Sayfalar

8 Ocak 2017 Pazar

Oğuz Türkçesinin Anadolu'daki İlk Ürünleri (13-14. yy)

Eski Anadolu Türkçesi

On birinci yüzyıla kadar tek bir koldan gelişen Türk dili, bu yüzyıldan sonra Türk boylarının coğrafya ve kültür değiştirmelerine paralel olarak ayrı ayrı bölgelerde (Kuzey-Doğu Türkçesi ve Batı Türkçesi ana başlıkları altında) farklı lehçelerle ortaya çıkmıştır. Bu lehçeler, çeşitli yazı dilleri oluşturmuştur. Oğuz boylarının Anadolu'ya gelip yerleşmeleriyle bu coğrafyada 13. yüzyılda Oğuz ağız özelliklerine göre gelişen bir yazı dili meydana gelmiştir. Batı Türkçesinin ilk dönemi olan bu yazı dilinin adı "Oğuz Türkçesi"dir. Ancak "Eski Anadolu Türkçesi" adı da yaygın olarak kullanılmaktadır.

Oğuz Türkçesi dönemine ait eserler; Anadolu Selçukluları, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı'nın kuruluş yıllarında meydana getirilmişlerdir. 

Oğuz Türkçesi yalnız Anadolu'da değil Kuzey ve Güney Azerbaycan ile Irak, Suriye ve 14. yüzyılın ikinci yarısından sonra Balkanlarda da kullanılmıştır.


Türk Edebiyatı, 13. yüzyıla gelinceye kadar genel Türk edebiyatı olarak tek bir görünüşe sahiptir. Göktürk, Uygur ve Arap harfleriyle yazılmış metinlerin yanı sıra, destan döneminde ve sonraki dönemlerde edebiyat, sözlü gelenek üzerinde yürümüştür. 

Türk edebiyatı, 13. yüzyıldan itibaren yeni bir edebî yapıya bürünür. 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu'yu yurt edinmeye başlayan Oğuz Türkleri, Miryakefalon savaşıyla Anadolu'daki hakimiyetlerini perçinler. Yüzyılın sonlarına doğru, doğu ve batı Türkleri arasında yeni ve birbirinden farklı yazı dilleri oluşmaya başlar. Karahanlı Türkçesinin devamı olarak ortaya çıkan Doğu Türkçesi, Orta Asya Türk topraklarında kullanılan ortak Türkçedir. Oğuz Türklerinin yazı dili olan Batı Türkçesi ise Oğuz Türkçesinden sonra  iki koldan gelişir. Bunlar, Osmanlı Türkçesi ve Azerbaycan Türkçesidir. Bu kollar arasındaki ayrılma, kendini 15. yüzyıldan itibaren göstermeye başlar. 

Oğuz Türkçesiyle/Eski Anadolu Türkçesiyle bugünkü Türkiye Türkçesi (Çağdaş Türkiye Türkçesi) arasındaki en önemli farklar şunlardır:



1. Günümüzde “t” ile başlayan bazı ekler Eski Anadolu Türkçesinde “d” ile başlamıştır: açtım-açdum, başta-başda vb.



2. Gelecek zaman (-acak, -ecek) eki olarak Eski Anadolu Türkçesinde “-ısar, -iser” ya da “-ası, -esi” ekleri kullanılmıştır: bulacağım- bulasarum, görecektir-gö residür vb.



3. Bildirme eki (-dır, -dir) olarak bazı metinlerde bu ekin eski şekli olan “-durur” kullanılmıştır: vardır-vardurur vb.

4. Eski Anadolu Türkçesinde kullanılan bazı ekler bugünkü Türkiye Türkçesinde kullanılmamaktadır. Bu eklerin en önemlileri şunlardır:
  • “Gibi” edatının yerini tutan “-layın”: yağmur gibi-yağmurlayın, benim gibi-bencileyin
  • Emir kipi eki olarak kullanılan “-gıl, -gil”: al-algıl, ver-virgil vb.
  • Bazı zarf-fiil ekleri: görünce-göricek, açarak-açuban vb.
5. Bu gün büyük uyumuna uymayan bazı ekler Eski Anadolu Türkçesinde büyük uyumuna uymuştur: yarınki-yarınkı vb.


6. Eski Anadolu Türkçesinde küçük ünlü uyumu yoktur: açık-açuk, gördü-gördi vb.






Tasavvuf

Tasavvuf; insanın manevi boyutu öne çıkaran, kişinin içsel dönüşüm geçirerek Allah’a ulaşmasını amaçlayan bir duyuş, düşünüş ve yaşayış sistemidir. Tasavvufu benimseyen, yaşamını bu anlayışın gereklerine göre biçimlendiren kişilere mutasavvıf (sûfî) denir. 

Tasavvufta Allah’a ulaşıp onda yok olmaya fenafillah; Allah’a ulaşmak için yapılan manevi yolculuğa süluk, yolcuya da sâlik denmiştir. Tasavvufa göre bu yolculuğa ancak bir rehber (mürşit, şeyh) yardımıyla çıkılabilir. Sâlik, duyu organlarıyla keşfedemediği ilâhî sırları, bir rehberin yardımıyla ve sezgi gücüyle keşfe başlar. Buna irfan denir. Mutasavvıflara göre, Allah, ilimle değil, irfanla bilinir. İrfanın kaynağı ise kalptir. Bunun için tasavvufta kalbin oldukça önemli bir yeri vardır.

Bireysel yaşantı ve deneyimlerle anlam, değer ve yaşarlık kazanan bir sistem olan tasavvuf, toplumsal hayattaki varlığını tarikatlar aracılığıyla sürdürmüştür. Bektaşilik, Mevlevilik, Halvetilik gibi isimler alan tarikatlar, kendi aralarında birtakım küçük farklılıklar gösteren tasavvufi kurumlardır.

Mutasavvıflar, tasavvufi yaşantıyı anlatmak için “Tatmayan bilmez!” demişlerdir. 

Tarikatlara mensup olanların barındıkları, ibadet ve tören yaptıkları yerlere, tekke (dergâh) denir. İslam dünyasında medreseler tefsir, hadis, fıkıh gibi dinî ilimlerin yani İslam’ın görünen yüzünün öğretildiği yerler olarak varlık gösterirken tekkeler İslam’ın içsel boyutunun yaşandığı, tasavvufi öğretilerin aktarıldığı, zikir ayinlerinin yapıldığı mekânlar olarak işlev görmüştür.

Tasavvuf, bir söz ilmi değil, "hâl" ilmidir. Tasavvufta bilgi edinmede akıldan çok "sezgi"ye değer verilir. Görünen dünyanın ötesinde, ondan farklı olan bir gerçek vardır. Bu gerçek akıl ve beş duyu ile kavranamaz, ancak sezgi, ilham ve aşk yoluyla fark edilebilir. Gerçeğin özü kavrandığında, görünüşteki tezatlar, bölünmeler, ayrılıklar ortadan kalkacak, birlik ve düzen sağlanacaktır. 



Tasavvufun ana konusu bizzat yaratıcının kendisidir. İşte insanlar, yeryüzünün en güzel ideali olan yaratıcıya ulaşmak için eşsiz bir iradeye sahip olmalı, her türlü menfaat endişesinden uzak kalabilmelidir.



Tasavvuf alanındaki teorilerden biri, vahdet-i vücut teorisidir. Buna göre, "Her şey O'dur, bütün yaratılanlar, Tanrı'yı tanımak, onu görmek ve anlamak için yaratılmıştır. Tüm evren, canlılar ve bitkiler Tanrı'nın çeşitli görünüşleridir. Tanrı, mutlak varlık olduğu olduğu için aynı zamanda da mutlak güzelliktir. Güzelliğin eğilimi de görünmekten ve sevilmekten yanadır. İşte Tanrı, bu yüzden kendisini tanıtacak ve birer hayalden başka bir şey olmayan varlıkları yaratmıştır.



Bu varlıklar içinde en mükemmel olanı, Tanrı'ya en yakın olanı insandır. Her insan Tanrı'nın bir parçasını, bir yansımasını oluşturur. İnsan, bu özelliklere sahip olduğuna göre hiçliği, kötülüğü ve çirkinliği yok etmelidir. O zaman, yalnızca güzellik, iyilik kalacaktır ki bu da Tanrı'nın varlığına katılmak, ona dönmek demektir. İnsan kendisini kötü ve çirkin yapan nefsini yenmeli, dünyaya ait olan her türlü zevklerden, menfaatlerden arındırmalıdır. Nefsi yenmek için de büyük bir sabır, irade ve aşk gerekir. Ancak bu aşk, dünya ile ilgili mecazî bir aşk değil, Tanrı'yı sevmek anlamına gelen "hakiki aşk"tır.



Tasavvuf ve Edebiyat

Tasavvuf düşüncesi, insanların büyük bir istekle tekke, dergah ve tarikat denen yerlerde toplanmalarını sağlamıştır. Çeşitli tarikatlere bağlı olan şairler, ilahi bir güç yaratarak didaktik şiirler söylemişler, tasavvuf düşüncesini ve tasavvufun inceliklerini, en sıradan insanların bile anlayabilecekleri bir dille telkin ve izah etmişlerdir.



Böylece edebiyatın bir telkin aracı haline geldiği, dini, tasavvufî ağırlıklı bir edebiyat anlayışının ortamı hazırlanmıştır. Manevi tecrübeyle kazanılan bilgilerin, kendine özgü ifade yolları kazanması ve bu ifade yollarının yaygınlaşmasıyla, tasavvuf, toplumun diğer insanları arasında, bir davranış şekli olarak görülür.



Tasavvuf edebiyatının en önemli özelliği, mecazlardan oluşan sembollerin yoğun olarak kullanılmasıdır. Beşerî aşktan ayrılması gereken ilahi aşk, birtakım özel terimler, mecazlar ve sembollerle anlatılmıştır. Tasavvuf şairleri mecazî anlatım tarzını, duygularını, sezgi ve ilhamlarını ifade etmek için seçmişlerdir. Çünkü görünenin arkasındaki görünmeyeni, yalnızca hissedilebileni anlatmak, mecazî bir anlatımı zorunlu kılmıştır. Bunlara birkaç örnek verelim:



Âşık : Allah'a tutkun olan, onu özleyen kişi
Mâ'şuk : Sevilen / Allah
Şarap : İçilen şey / ilahi aşk
Saki : İçkiyi sunan / yol gösterici, mürşid
Harabat : Meyhane / gerçek aşkın öğrenildiği yer, dergâh
Talib : İsteyen / tekkeye yeni giren kimse
Pîr : Yaşlı / tarikat kurucusu
Vefâ : Sözünde durma / Allah'ın lütfu, yardımı



Tasavvuf edebiyatının mecazlarını, yalnız sufî şairler kullanmamış, divan şairleri de kullanmıştır. Ancak divan şiirinde bu mecazlar farklı anlamlarda kullanılmıştır. Örneğin "aşk" tasavvufta Allah aşkı iken, divan şiirinde bir güzele duyulan aşktır. Divan şiirindeki ma'şuk bir insanken, tasavvufta Allah'tır. Divan şairlerini sufî şairlerinden ayıran yan da bu olmuştur.

Tasavvuf düşüncesiyle beraber, eski destan kahramanlarının yerini tasavvufun "kâmil insan, evliya tipi" alır. İlahiler şeklinde şiirler söyleyen derviş-şairler, özellikle 13. yüzyılda Anadolu topraklarında gelişecek olan Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının zeminini hazırlamış olur.


(Eski) Oğuz Türkçesinin Anadolu'daki ilk ürünleri şunlardır:

Coşku ve Heyecanı Dile Getiren Metinler (Şiirler)

  • İlahi
  • Nefes
  • Gazel


Olay Çevresinde Oluşan Edebi Metinler


Öğretici Metinler


Kaynaklar
Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Prof. Dr. Ahmet B. ERCİLASUN
Türk Dili Tarihi, Prof. Dr. Ali AKAR
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Palme Yayıncılık
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Esen Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder