Sayfalar

18 Ocak 2017 Çarşamba

Hacı Bektâş-ı Veli


Hacı Bektâş-ı Veli (?-1271) Baba İshak tarafından Anadolu'da kurulan ilk tarikatlardan olan Bâbâîlik'in mensuplarından biriyken Baba İshak'ın bir isyan sonucunda öldürülmesinin ardından Bâbâîleri kendi etrafında toplayarak yeni bir tarikat kurmuştur. Hacı Bektâş-ı Veli'nin kurduğu tarikat olan Bektâşîlik'in ilk dönem Osmanlı padişahları ile Ahiler ve Yeniçeriler üzerinde çok derin etkileri olmuştur.

Hacı Bektâş-ı Veli, özellikle "hoşgörü, sade yaşam, içtenlik, paylaşım, ehl-i beyt" gibi kavramlar üzerinde durarak tasavvufun Anadolu ve Rumeli'nin her tarafına yayılmasını sağlamıştır.


13. yüzyılda Horasan'dan Anadolu'ya gelen bir derviştir. Bektaşilik tarikatının oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Hayatı hakkındaki bilgileri, 15. yüzyılın sonlarında yazılmış olan Veleyat-nâme adlı kitaptan öğreniyoruz. Bu kitapta Hacı Bektaş-ı Velî'nin doğum tarihinin bilinmediği, 1271'de öldüğü yazılmıştır. Ahmet Yesevî'nin yetiştirdiği bir derviştir. Anadolu'ya gelmiş, Türkler ve Müslüman olmayan insanlar arasında Müslümanlığı yayma faaliyetleri göstermiştir. 


Hacı Bektaş-ı Veli, Türkçe yazdığı nefesleri ile Anadolu halkına dini-tasavvufî ve ahlâkî anlamda yol göstericilik yapmıştır. Onun Anadolu halkı arasında çok sevilmesinde bu Türkçe ilahilerinin önemli bir yeri vardır. Ayrıca Makalat adlı tasavvuf konulu bir eseri de vardır. Bu eser Arapça yazılmıştır. Tasavvuf düşüncesine giren müridlere, tasavvuf kurallarını anlatan bir el kitabıdır. Alevî-Bektaşî inancındaki dört kapı ve kırk makam Makalat'ın ana konusudur. Konuyla ilgili 135 Ayet'in Türkçe anlamı kısa bir biçimde açıklanmıştır.




Kaynaklar
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Esen Yayınları
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Palme Yayıncılık

Devamını oku...

17 Ocak 2017 Salı

Nasrettin Hoca

Nasrettin Hoca kimdir?

Nasrettin Hoca, 1208'de Sivrihisar'ın Hortu köyünde doğmuştur. Öğrenim hayatına Hortu'da bulunan bir medresede başlayan Hoca, yörede çıkan kıtlık nedeniyle ailesinin Sivrihisar'a göç etmesi üzerine öğrenimine Sivrihisar'da ki medresede devam etmek zorunda kalmıştır. Daha sonra Konya'ya giderek burada fıkıh (İslam hukuku) dersleri alan Hoca, ardından "gölge kadısı" (kadı adayı) görevine atanmıştır. Bir süre sonra bu görevinden ayrılarak Akşehir'e göç eden Hoca, burada bir ev kiralamış ve İmaret Medresesi'nde ders vermeye başlamıştır. Hoca, yine o günlerde oldukça çirkin dul bir kadınla evlenmiştir. Hocanın karısı kısa bir müddet sonra ölünce o da ikinci evliliğini yapmıştır. 


Kısa bir sürede kendini Akşehir halkına sevdirip saydıran Hoca, zaman içinde akıl danışılan bir şahsiyete dönüşmüştür.


Fıkraları dikkatle incelendiğinde Müslüman Türk halkının mizah sembolü olan Nasreddin Hoca’nın hazırcevap, insanları kırmadan doğruyu söyleyen, yeri geldiğinde kendisiyle de alay etmeyi bilen bir tip olduğu görülür. Fıkralarının çoğunda sıradan bir köylü gibi tarlasında, bağında çalışır, ormana odun kesmeye gider, zaman zaman da şehre iner. Bu şehir çok defa Akşehir, Sivrihisar veya Konya’dır. Ancak hocanın bazen bir âlim, bazen bir bilge kişi, bazen kadı, tabip, hoca ve elçi kişiliğine büründüğü de görülür.


Hoca'nın Akşehir'e yerleşmesinden beş altı yıl sonra, Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev, Kösedağ'da Moğollarla yaptığı savaşta yenilmiş; bunun üzerine Moğol şehzadesi Bayçu Noyan komutasındaki fillerle donatılmış Moğol ordusu Anadolu'ya yayılmıştır. Böylece Selçuklular, Moğollara ağır vergiler ödemek zorunda kalmış, mahalli yönetimler de Moğolların atadığı kişilere verilmiştir. Bu dönemde Moğol şehzadesi Keygatu, ordusuyla Aksaray, Ilgın ve Akşehir’de aylarca karargâh kurmuş ve Anadolu’da sekiz yıl kalmıştır. Fıkralarda Nasrettin Hoca ile Timur arasında geçtiği söylenen olayların, aslında Hoca ile Keygatu arasında geçtiği sanılmaktadır. Çünkü Timur’un Anadolu’ya gelişi bundan çok sonra (1402) olmuştur.


Hoca, 1284 yılında 76 yaşındayken Akşehir’de vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.





Kaynaklar

10. Sınıf Türk Edebiyatı, Esen Yayınları
İslam Ansiklopedisi
Devamını oku...

16 Ocak 2017 Pazartesi

Nasrettin Hoca Fıkraları

Nasrettin Hoca

Kısa ve özlü anlatımı olan nükteli, güldürücü halk hikâyelerine fıkra denir. Türk kültür, edebiyat ve folkloru açısından fıkra denince ilk akla gelen isim Nasreddin Hoca'dır. Bir taraftan güldüren öte taraftan düşündüren Nasreddin Hoca fıkraları, Türk halkının olay ve olgular karşısında takındığı tavrın dokundurmalı ve esprili bir dille dışa vurumudur.

Bu fıkraların orijinallerine yani Nasrettin Hoca'nın yaşadığı zaman diliminin Türkçesinin dil ve anlatım özelliklerini barındıran şekillerine ulaşmak imkansızdır. Çünkü bu fıkralar, ilk söylendikleri anda yazıya geçirilmemiş, zamanla sözlü gelenek içinde çeşitli değişikliklere uğrayarak günümüze dek ulaşmıştır. 

Anadolu Selçukluları döneminde yaşayan Nasreddin Hoca, halk mizahının simgesi olmuştur. Günümüze değin ulaşan sayısı hayli kabarık Nasreddin Hoca fıkraları anonim halk ürünleridir.

Nasreddin Hoca, Türk halk düşüncesinin yetiştirdiği büyük bir bilgedir. Zekâ kıvraklığının, mizah gücünün yer aldığı, güldürürken düşündüren fıkralarında toplumsal karşıtlıklar, olumsuzluklar büyük bir ustalıkla sergilenir. Sağduyu, tuhaflık, hazırcevaplık, nükte ustalığı onun temel karakteridir.

Nasreddin Hoca fıkralarının temel özelliği insandan yola çıkmasıdır. Fıkralarında insanın yaşam karşısındaki ve toplumdaki durumunu zekice yapılan nüktelerle karikatürize eder Nasreddin Hoca.

Nasreddin Hoca, güç durumlardan kurtulmak için küçük hesaplara başvurmaz. Her yaptığı sağduyuya, ahlak esasına dayanır. Olayın başında zekâsını ustalıkla gizler. Hoca sağlam, becerikli ve çalışkandır. Odun keser, hayvan yükler, buğdayını değirmene götürür, eşeğiyle pazara gider, alışveriş yapar. İmamlık ve kadılık da yaptığı işler arasındadır. Davetlerde bulunur. Her taşın altında vardır. Kanunlara, devlete, geleneğe saygılıdır. Sabırlı ve hoşgörülüdür. İnsanları sever. Dar gelirli olduğu halde iyimserliğini hiç yitirmez. Zarara uğrayınca hiç telaşlanmaz. Kartal, ciğeri kaçırdığında “Tarifesi bende kaldı.” diyerek yürek soğutur.

Nasreddin Hoca fıkralarında kişiler pek kalabalık değildir. Başkahraman her zaman kendisidir. Etrafında en çok görülenler karısı, eşeği ve komşularıdır. Hoca’nın fıkralarından atasözleri gibi bazı hikmetli sonuçlar da çıkmıştır: “Parayı veren düdüğü çalar.”, “Acemi bülbül bu kadar öter.”, “Yorgan gitti, kavga bitti.” “Vermeye gönlü olmayan ipe un serer.”, “Ye kürküm dünyası.” gibi.

Nasrettin Hoca
Anadolu kültürünün en güçlü figürü Nasreddin Hoca mert, güler yüzlü, sabırlı, ağırbaşlı yapısı ile Türk halkının kendisidir.


Orhan Veli Kanık, Nasrettin Hoca fıkralarından yetmiş fıkrayı manzum olarak Nasrettin Hoca Hikayeleri adlı kitabında yayımlamıştır.





NASRETTİN HOCA FIKRALARI'NDAN


Adam Olmak


Hocaya bir gün:

— Adam olmanın yolu nedir? diye sormuşlar. Hoca şu cevabı vermiş:

— Bilenler söylerken, bilmeyenler can kulağıyla dinlemeli; bilmeyenler söylerken, susturmanın çaresine bakmalı. Kendi söylediği sözü yine kendi kulağı işitmeli!



Keşiş


Bir keşiş dünyanın en akıllı adamını bulmak için geziyormuş, sıra Nasrettin Hoca'nın köyüne gelmiş, keşiş köylülere sormuş:

— Sizin köyün en akıllı adamı kim?

Köylüler de:

— Nasrettin Hoca, demişler.

Bunun üzerine Keşiş, Hoca'yı köy meydanına çağırmış. Eline bir çomak alıp yere bir daire çizmiş. Nasrettin Hoca da daireyi ikiye bölmüş. Keşiş bir doğru daha çizerek daireyi dörde bölmüş. Hoca da dörde bölmüş, dairenin üç dilimine çarpı işareti koymuş. Keşiş, elleriyle aşağıdan yukarıya doğru bir hareket yapmış, Hoca da ayrı hareketi yukarıdan aşağıya doğru yapmış. Keşiş, büyük bir hayranlıkla Hoca'yı tebrik etmiş. Olup bitenden bir şey anlamayan köylüler keşişe ne olduğunu sormuşlar. Keşiş de:

— Bu adam dünyanın en akıllı adamı, yere bir dünya çizdim, o ortadan ekvator geçer, dedi. Ben dünyayı dörde böldüm, o da dörtte üçü sudur, dedi. Ben yerden buharlaşma sonucu ne olur, dedim. O da yağmur yağar, dedi.

Bu sefer Hoca'ya ne olduğunu soran köylülere Hoca da:

— Bu adam oburun biri, yere bir tepsi baklava çizdi, ben de yarısı benim, dedim. Sonra tepsiyi dörde böldü, o zaman dörtte üçü benim dedim. O da tepsi ateşi altından yavaş yavaş almalı, dedi. Ben de üstüne fındık fıstık serpersek daha iyi olur, dedim.



Kaynaklar

10. Sınıf Türk Edebiyatı, Esen Yayınları
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Editör Yayınevi
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Palme Yayıncılık


Devamını oku...

15 Ocak 2017 Pazar

13. ve 14. Yüzyılda Tasavvufi Metinler (Makâlât)

Hacı Bektâş-ı Veli

Makâlât (makaleler, söz ve yazılar, bahisler), Hacı Bektâş-ı Veli'ye ait, tasavvuf temalı bir eserdir. Hacı Bektâş-ı Veli bu eserinde tasavvufi gerçekler üzerinde durmuş, tasavvuftaki dört kapı ve kırk makam kavramlarına açıklık getirmiştir.

Tasavvuftaki dört kapıdan maksat; şeriat, tarikat, hakikat, marifettir. Kırk makam ise bu kapılardan girerek adımlanacak tasavvufi basamaklardır. Makâlât'ta bu kapıların nasıl aralanacağına ve bu makamlara nasıl ulaşılacağına dair bilgiler verilmiştir.

Makâlât'ın orijinal metni Türkçe değil, Arapçadır. Günümüzde "Makâlât" adıyla bilinen kitaplar Hacı Bektâş-ı Veli'nin yazdığı orijinal metin değil, bu metnin tercümeleridir. 


MAKALAT'TAN

Hak Teâlâ, İblis'e sordu:

— Niçin Âdem'e secde etmedin? O zaman İblis şöyle cevap verdi:

— Beni ateşten onu ise çamurdan yarattın.

Yani, "Sen beni ateşten, onu topraktan yarattın. Bu yüzden benim terkibim ulvi, toprak ise süflidir. Ben, yaratılışta ondan yüceyim, bu yüzden Âdem'e secde etmedim." dedi.

Kendine güvendi ve gururlandı. Hak Teâlâ da onu dergâhından kovdu. Önceleri Allah'a yakın iken adı, Haris'ti; sonra mahrum, şaşkın ve melun oldu. Adı da Şeytan ve İblis oldu.

Ondan sonra Hak Sübhânehü Teâlâ buyurdu:

— Yâ Âdem! Yukarı bak!

Bunun üzerine Hz. Âdem yukarı baktı. Arşta bu güzel kelimenin yazılmış olduğunu gördü: "Lâ ilâhe illallâh Muhammedün resûllullâh."

Hz. Âdem, onu gördü ve şöyle dedi:

— İlâhi Seyyîd ve Mevlâm, Lâ ilâhe illalâh senin birliğindir; ya Muhammed kimin adıdır?

O ezelî ve ebedî olan Tanrı buyurdu ki:

— Ya Âdem! O, benim habibimin adıdır ki senin oğlundur.

Âdem, çok mutlu oldu ve şükretti.

Ondan sonra Hz. Âdem, sağ yanına baktı; üç güzel şahıs gördü ve dedi:

— Adınız nedir ve makamınız nerededir? Birisi cevap verdi:

— Adım akıldır ve makamım başta, beyindedir.

Diğeri şöyle cevap verdi:

— Adım utanma ve hayâdır ve makamım yüzdedir.

Bir diğeri ise şöyle cevap verdi:

— Adım ilimdir ve makamım göğüs içindedir.

Hz. Âdem:

— Gelin şimdi, yerli yerinize girin, dedi.

O saat üçü de yerlerine girdiler. Hz. Âdem de rahatladı. Sonra sol tarafına baktı. Üç şahıs gördü, ürktü ve dedi:

— Adınız nedir ve makamınız nerededir? Ne uğursuz kavimsiniz.

Onlardan birisi şöyle cevap verdi:

— Adım öfkedir ve makamım başta, beyindedir. Hz. Âdem:

— Baş, akıl yeridir; senin başta yerin yoktur, dedi. O şahıs:

— Ben gelince akıl gider, dedi. Diğer şahıs şöyle dedi:

— Adım açgözlülüktür ve makamım yüzdedir. Hz. Âdem:

— Yüz, utanma ve hayâ yeridir; senin yüzde yerin yoktur, dedi. O şahıs:

— Ben gelince utanma ve hayâ gider, dedi. Bir diğer şahıs ise:

— Adım hasettir ve makamım göğüstedir, dedi. Hz. Âdem:

— Göğüs, ilim yeridir; senin göğüste yerin yoktur, dedi. O şahıs:

— Ben gelince ilim gider, dedi.

Şimdi azizim! Şöyle bilmek gerekir ki iman, Rahmânîdir; şüphe ise şeytanîdir. Şüphe gelse iman, iman gelse şüphe gider.


Kaynaklar
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Esen Yayınları
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Palme Yayıncılık


Devamını oku...

13. ve 14. Yüzyılda Öğretici Metinler


Öğretici metinler; haber ve bilgi vermek, ikna etmek, kanıları değiştirmek, uyarmak, düşündürmek, yönlendirmek, tanıtmak vb. amaçlarla kaleme alınan metinlerdir.

13. ve 14. yüzyılda oluşturulan öğretici metinlerde İslam medeniyetinin zihniyet üzerindeki etkisinden ötürü birtakım Arapça ve Farsça kelimeler kullanılmışsa da metinler genel olarak sade ve anlaşılır bir dille (sade nesir) manzum ve mensur (düzyazı) şeklinde yazılmıştır.

Bu metinlerde ele alınan en önemli temalar şunlardır: İslam, tasavvuf, din büyüklerinin ve tarihi şahsiyetlerin yaşamları ve olağanüstü davranışları, tıp, tabiat. 


Edebiyatımızda ilk öğretici manzume Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’idir. Edip Ahmet Yükneki’nin Atabetü’l- Hakâyık’ı, Ahmet Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’i, Yunus Emre’nin Divan'ı, Risâletü’n Nushiye’si ile divanındaki şiirleri, Mevlâna’nın Mesnevî’si, Âşık Paşa’nın Garibnâme’si, Nabi’nin Hayriye’si ve Sünbülzâde Vahbi’nin Lütfiye’si edebiyatımızın önemli öğretici metinleri arasında yer alır. Ayrıca divan edebiyatında yer alan pek çok manzum eserlerle şiir sanatı ve sözlük konularında yazılmış eserler de öğretici nitelikler taşımaktadır.

13. ve 14. yüzyıldaki öğretici metinler ikiye ayrılır:

1. Tasavvufi Metinler
2. Nasreddin Hoca Fıkraları


Kaynaklar
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Esen Yayınları
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Editör Yayınevi

Devamını oku...

14 Ocak 2017 Cumartesi

13. ve 14. Yüzyılda Mesnevi

mesnevi nazım şekli
  • İran edebiyatından alınan bir nazım biçimidir.
  • Sözlük anlamı "ikişer ikişer, ikili"dir.
  • Mesnevi biçimiyle anlatı türüne giren eserler yazılır.
Destanlar (Firdevsi'nin Şehname'si)

Manzum tarihler (Enverî'nin Düsturname'si)

Aşk öyküleri (Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha…)

Din ve tasavvuf konuları (Sultan Veled'in Rebabname'si)

Ahlâkla ilgili konular (Nabi'nin Hayriyye'si)

Evlenme ve sünnet törenleri (Sûrnameler)

Bir şehrin güzellikleri (Şehrengizler)
  • Mesnevinin nazım birimi beyit olup her beyit kendi içinde uyaklıdır (aa / bb / cc / dd / ee …).
  • Her beyitin kendi içinde uyaklı olması, şairin uyak sıkıntısını azalttığı için divan edebiyatında uzun konular mesnevi biçimiyle kaleme alınmıştır. (Roman ve öykünün yerini tutar.)
  • Beyit sayısı sınırlı değildir. Sözgelimi Mevlâna'nın Mesnevi'si 26.000 beyitten, Firdevsi'nin Şehname'si 60.000 beyitten oluşmuştur.
  • Aruz ölçüsünün kısa kalıplarıyla yazılır.
  • Divan şiirinde her şairin yazdığı mesnevi sayısını beşe çıkarması ustalık göstergesidir. Bu beş mesnevi bütününe "hamse" denir.

13. ve 14. yüzyılda yazılmış mesneviler şunlardır:

Risâ
letü’n-Nushiyye: Yunus Emre
Yusuf u Züleyha: Şeyyad Hamza
Mesnevi: Mevlana
İbtidanâme, Rebabnâme, İntihanâme: Sultan Veled
İskendernâme, Cemşid ü Hurşîd: Ahmedi
Garipnâme: Aşık Paşa
Mantıku't Tayr, Feleknâme: Gülşehri


Kaynak: 10. Sınıf Türk Edebiyatı, Palme Yayıncılık

Devamını oku...

12 Ocak 2017 Perşembe

Tevfik Fikret (1867-1915)

Mehmet Tevfik

  • Servetifünûn Edebiyatının kurucusu, şiir alanındaki en büyük temsilcisidir.
  • Sanat yaşamı iki döneme ayrılır:

a) Servetifünûn Dönemi: (1885-1901) Bu dönemi Servetifünun'daki çalışmaları oluşturur. Servetifünun anlayışına bağlı şiirlerinde işlediği konular, özellikle aşk, doğa ve günlük yaşamda karşılaşılan bazı küçük olaylardır. Bu dönemde "sanat için sanat" anlayışını benimsemiştir.
b) Servetifünûn'dan Sonra: (1901-1915) Servetifünun topluluğunun dağılmasından sonra yazdığı şiirlerde toplumsal konulara yönelmiştir. "Hürriyet" ve "vatan" bu şiirlerinin başlıca temalarıdır. Bilim, fen, teknik, insanlık gibi konuları da işlemiştir. "Toplum için sanat" anlayışını benimsemiştir, ilk dönem şiirlerindeki bireysel acıma, bu dönemde toplumsal başkaldırıya dönüşür.


  • Şiirde beyit bütünlüğünü kırmış, anlamın bir beyitte tamamlanması geleneğini ortadan kaldırmıştır. Nazmı nesre yaklaştırmıştır.
  • Şiirlerinde aruz ölçüsünü kullanan Tevfik Fikret, aruz ölçüsünü Türkçeye başarılı bir şekilde uygulamıştır. Şiirlerinde aruzla Türkçeyi bağdaştıran iki şairden biridir. (diğeri Mehmet Akif)
  • Hece ölçüsünü, sadece çocuklar için yazdığı şiirlerde kullanmıştır.
  • Divan şiirinin müstezat nazım biçimini değiştirerek "serbest müstezat" biçimini geliştirmiştir.
  • Fransız şiirlerinden alınan "sone"yi kullanan ilk şairlerdendir.
  • Şiirlerinde "biçim"e önem veren Fikret, "parnasizm" akımından etkilenmiştir.
  • "Manzum hikâye" türünde şiirleri vardır: Balıkçılar, Nesrin, Ramazan Sadakası, Hasta Çocuk.
  • Şiirlerinde karamsarlık hakimdir.
  • Şiirlerinde yabancı sözcük ve tamlamalara çok yer vermiştir. Dil, konuşma bölümlerinde sade; tasvirlerde oldukça ağırdır.
  • Divan edebiyatıyla bütün bağlarını koparmış; Batı edebiyatını, özellikle de Fransız edebiyatını örnek almıştır.
  • İnsanları birbirine düşürdükleri için bütün dinlere düşmandır. Tarihe ve kutsal değerlere de karşıdır. Dinlerin tutumlarını beğenmemekle birlikte Allah'ı kabul eder.
  • Recaizâde Mahmut Ekrem'in "Güzel olan her şey şiirin konusu olabilir." anlayışıyla başlayan şiirin konusunu genişletme girişimine genişlik getirmiştir.
  • Recaizâde ile başlayan kartpostal altına şiir yazma modasını sürdürmüş, hem başkalarının hem de kendisinin yaptığı resimlerin altına şiirler yazmıştır. (Aveng-i Şühur)
  • Portre-şiir yazma tarzını geliştirmiştir. "Aveng-i Tasvir" adlı şiirinde on iki sanatçımızın tasvir ve tahlilini yapmıştır.
  • "Sis" şiirini toplumu sıkan hürriyetsizliğe karşı yazmıştır, İstanbul'u olumsuz yönleriyle anlatır. 1902'de yazdığı bu şiirde, İstanbul'u "fahişe bir kadın"a benzeterek istibdat yönetimine ve buna boyun eğen zihniyete nefretini anlatır. Bu şiir büyük yankı uyandırmıştır.
  • "Tarih-i Kadim" şiirinde din kurumunu ve tarihi eleştirir. Bundan dolayı Mehmet Akif'le tartışır.
  • "Doksan Beşe Doğru" adlı şiirinde İttihat ve Terakki'nin, Meclis-i Mebusan'ı kapatmasına gösterdiği tepkiyi dile getirir.
  • Ferda'da gençlere seslenmiştir.
  • "Balıkçılar" adlı şiiri yoksulluğu anlatan manzum hikâye türünde bir şiirdir.
  • Han-ı Yağma, Promete, Millet Şarkısı diğer önemli şiirleridir. Gençlere yönelik öğretici şiirleri de vardır.
  • "Kulak için uyak" anlayışını benimsemiştir.
  • Tevfik Fikret'in nesirleri de "Dil ve Edebiyat Yazıları" adıyla kitaplaştırılmıştır.



Eserleri:


Rübab-ı Şikeste (Kırık Saz): İlk şiir kitabıdır (1899). Aşk, kahramanlık, aile sevgisi, doğa gibi konuları işlemiştir. Servetifünun tarzındaki şiirleri yer alır.

Rübab'ın Cevabı: Servetifünun tarzındaki şiirleri yer alır.

Haluk'un Defteri: Sosyal, ahlaki, milli, duyguları içeren, Haluk'un kişiliğinde Türk gençlerine seslenen, öğüt veren bir eserdir. Didaktiktir.

Şermin: Hece vezniyle çocuklar için yazdığı şiirleri yer alır. (1914)



Kaynak: 10. Sınıf Türk Edebiyatı, Ekstrem Yayıncılık

Devamını oku...

10 Ocak 2017 Salı

13. ve 14. Yüzyılda Coşku ve Heyecanı Dile Getiren Metinler (Şiirler)

Oğuz Türkçesinin Anadolu'daki ilk ürünleri


13. ve 14. yüzyılda edebî metinler üzerinde etkili olan en önemli unsurlar İslamiyet ve tasavvuftur. Bu nedenle de bu dönemde oluşturulan edebî metinlerde çoğunlukla tasavvufi temalar ele alınmış; bu temalar herkesin anlayabileceği bir dille ortaya konmuştur.

13. ve 14. yüzyılda yazılan coşku ve heyecanı dile getiren metinler (şiirler) şunlardır: 


1. İlahi

Tekke şiirinde/dini-tasavvufi halk şiirinde Allah'a yalvarmak, onun acımasını dilemek, ona olan sevgiyi dile getirmek amacıyla yazılan şiirlerin genel adıdır. Tarikatlara göre değişik adlar alır. Tekkelerde, dinî tasavvufî edebiyatın gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Biçimsel olarak ayırt edici bir özellik taşımayan ilahiler, genel olarak 7'li, 8'li ve 11'li hece ölçüsü ve dörtlük birimiyle yazılmıştır. Aruz ölçüsüyle ve beyitle yazılan ilahilere de rastlanır. İlahi'nin söylendiği tarikata göre değişen, kendine özgü bir bestesi vardır.

Türk edebiyatında ilahi nazım türünün en önemli temsilcisi Yunus Emre'dir.


Işkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanaram dün ü güni
Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinürem
Ne yokluğa yerinürem
Işkınula avunuram
Bana seni gerek seni

Işkın âşıklar öldürür
Işk denizine daldırır
Tecelliyle doldurur
Bana seni gerek seni

Işkın zencirini üzem
Delü olam dağa düşem
Sensin dün ü gün endişem
Bana seni gerek seni 


Eğer beni öldüreler 
Külüm göğe savuralar 
Toprağım anda çağıra 
Bana seni gerek seni 

Sûfîlere sohbet gerek
Ahîlere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni 

Ne Tamu'da yer eyledüm
Ne Uçmak'da köşk bağladum
Senin içün çok ağladum
Bana seni gerek seni 

Cennet cennet dedikleri
Bir ev ile birkaç huri
İsteyene virgil anı
Bana seni gerek seni 

Yusuf eğer hayalini
Düşde göreydi bir gice
Terk ideyidi mülklerin
Bana seni gerek seni 

Yunus çağırurlar adum
Gün geçdükçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni

Yunus Emre

ışk: aşk.
dün ü gün: gece ve gündüz.
yerinmek: Kederlenmek, üzülmek, mahzun olmak.
tecellî: Allah’ın sırlarının ve kudretinin doğa, şahıs ve nesnelerde görünmesi.
üzmek: koparmak, ayırmak, kesmek.
ahî: Ahîlik teşkilatında bulunan, fütüvvet ehli, kardeş.
tamu: cehennem.
uçmak: cennet.
virgil: vermek fiilinin ikinci tekil kişi çekimi:ver.
an: üçüncü tekil kişi zamiri:o.
od: ateş.
maksûd: istenen, amaçlanan.




2. Nefes

Alevi-Bektaşi tekkelerinde okunan ilahi benzeri dini-tasavvufi içerikli şiirlere nefes denir. Konusu genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücud, Alevi-Bektaşi ilkeleri ve tarikat kurallarıyla ilgilidir. Dili sade bir Türkçe olan nefesler biçim olarak koşmaya benzer. Dörtlükler halinde hece ölçüsünün 7, 8 ve 11'li kalıplarıyla yazılır. Az da olsa aruzla yazılanlara da rastlanmaktadır. Dörtlük sayısı genellikle 3-7 arasında değişir.

Beğlerimüz, Avlan Gölün üstüne
Ağlar gelür şahum Abdal Musa'ya
Urum abdalları postun eğnine
Bağlar gelür şahum Abdal Musa'ya

Urum abdalları gelür dost deyü
Eğnimüzde aba, hırka, post deyü
Hastaları gelür, derman isteyü
Sağlar gelür şahum Abdal Musa'ya

Meydanında dara durmuş gerçekler
Çalınur koç kurbanlara bıçaklar
Döğülür kudümler, altın sancaklar
Tuğlar gelür şahum Abdal Musa'ya

Benim bir isteğüm vardır Kerim'den
Münkir bilmez, evliyanın sırrından 
Kaygusuz'am ayru düşdüm pirimden
Ağlar gelür şahum Abdal Musa'ya

Kaygusuz Abdal


3. Gazel

Anadolu’da Oğuz Türkçesiyle oluşturulan ilk eserlerde ağırlıklı olarak dinî-tasavvufî temalar işlenmekle birlikte XIII. yüzyılın sonlarından itibaren din dışı temalar da işlenmeye başlanmıştır. Bu dönemde oluşturulan din dışı temalı şiirlerde nazım biçimi olarak genellikle gazel kullanılmıştır.

Gazelin birim değeri (nazım birimi) beyit, birim sayısı 5-15, ölçüsü aruzdur. Kafiye düzeni “aa ba ca da…” biçimindedir. Gazelin ilk beytine matla, son beytine makta, en güzel beytine beytü’l-gazel ya da şah beyit denir. Gazel şairi mahlasını şiirin genellikle son beytinde söyler.

Türk edebiyatına İran edebiyatından geçen bir nazım biçimi olan gazel, divan edebiyatında yaklaşık altı yüzyıl boyunca en çok kullanılan nazım biçimi olmuştur. Anadolu’da din dışı temaların ele alındığı ilk gazeller, divan edebiyatının kurucusu da sayılan Hoca Dehhânî tarafından yazılmıştır.

Gazel
1. Sabreyle gönül derdine derman ire umma
Can atma oda bîhûde cânân ire umma

2. Gözün sadefinden nice dürdane dökersin
Şol dişi güher dudağı mercan ire umma

3. Gül vaslı dilersen ko bu feryâdı î bülbül
Gül gonca bigi ağzı gülistân ire umma

4. İncedise hecr ile karınca gibi belin
Firkât niçe bir ola Süleyman ire umma

5. Yakûb bigi hüzn ile katlan bir iki gün
Bir gün haber-i Yusuf-ı Kenan ire umma

6. Feryad ü figân itme î bülbül dahi ağzın
Yum gonca bigi yine gülistan ire umma

7. Maksûd anın kim ele düşvâr irişür
Yırtma yakanı elüne âsân ire umma

8. Ağyâr elinden sana bil şol yâr iremez
Âşkâr ola bir gün pinhan ire umma

9. Bu resme ki Dehhani durur şem' bigi zâr
Başdan ayağa ömrüni pâyân ire umma

Günümüz Türkçesiyle
1. Sabret gönül, derdine derman bulacağını sanma
Canını boşuna ateşe atma, sevgilinin (sana) ulaşacağını umma

2. Gözün sadefinden ne kadar çok inci dökersin (ağlarsın)
O dişi mücevher, dudağı mercan (gibi olan sevgilinin) sana erişeceğini sanma

3. Güle kavuşmayı dilersen, ey bülbül, bırak bu feryadı
Ağzı gül goncası (olan sevgilinin), o gül bahçesine benzeyenin (sana) erişeceğini umma

4. Belin ayrılık yüzünden karınca gibi inceldiyse
Ayrılık ne kadar sürerse sürsün, Süleyman'ın erişeceğini umma

5. Yakup (peygamber) gibi (ayrılığa) bir iki gün üzüntüyle katlan
Bir gün Kenanlı Yusuf'un (yaşadığı haberi gibi sevgilinin sana geleceği haberinin) ulaşacağını sanma

6. Ey bülbül, ağlayıp sızlanma ağzını da gonca gibi yum,
O gül bahçesine (benzeyen sevgilinin) sana erişeceğini sanma

7. (Sevgiliye kavuşma) ereği, ele zor geçer
Yakanı yırtma (bununla) eline kolayca geçeceğini sanma

8. O sevgili, düşmanların (onu seven diğer âşıkların) elinden (kurtulup da) sana ulaşamaz
Bu açık bir gerçektir, birgün onun gizlice geleceğini umma

9. Dehhani, böyle, mum (un damla damla erimesi) gibi gözyaşı dökersin
(Ağlayarak) ömrünün sona ereceğini umma


Kaynaklar
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Palme Yayıncılık
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Esen Yayınları
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Editör Yayınevi
http://www.edebiyatogretmeni.org/13-ve-14-yuzyillarda-cosku-ve-heyecani-dile-getiren-metinler/

Devamını oku...

8 Ocak 2017 Pazar

Oğuz Türkçesinin Anadolu'daki İlk Ürünleri (13-14. yy)

Eski Anadolu Türkçesi

On birinci yüzyıla kadar tek bir koldan gelişen Türk dili, bu yüzyıldan sonra Türk boylarının coğrafya ve kültür değiştirmelerine paralel olarak ayrı ayrı bölgelerde (Kuzey-Doğu Türkçesi ve Batı Türkçesi ana başlıkları altında) farklı lehçelerle ortaya çıkmıştır. Bu lehçeler, çeşitli yazı dilleri oluşturmuştur. Oğuz boylarının Anadolu'ya gelip yerleşmeleriyle bu coğrafyada 13. yüzyılda Oğuz ağız özelliklerine göre gelişen bir yazı dili meydana gelmiştir. Batı Türkçesinin ilk dönemi olan bu yazı dilinin adı "Oğuz Türkçesi"dir. Ancak "Eski Anadolu Türkçesi" adı da yaygın olarak kullanılmaktadır.

Oğuz Türkçesi dönemine ait eserler; Anadolu Selçukluları, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı'nın kuruluş yıllarında meydana getirilmişlerdir. 

Oğuz Türkçesi yalnız Anadolu'da değil Kuzey ve Güney Azerbaycan ile Irak, Suriye ve 14. yüzyılın ikinci yarısından sonra Balkanlarda da kullanılmıştır.


Türk Edebiyatı, 13. yüzyıla gelinceye kadar genel Türk edebiyatı olarak tek bir görünüşe sahiptir. Göktürk, Uygur ve Arap harfleriyle yazılmış metinlerin yanı sıra, destan döneminde ve sonraki dönemlerde edebiyat, sözlü gelenek üzerinde yürümüştür. 

Türk edebiyatı, 13. yüzyıldan itibaren yeni bir edebî yapıya bürünür. 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu'yu yurt edinmeye başlayan Oğuz Türkleri, Miryakefalon savaşıyla Anadolu'daki hakimiyetlerini perçinler. Yüzyılın sonlarına doğru, doğu ve batı Türkleri arasında yeni ve birbirinden farklı yazı dilleri oluşmaya başlar. Karahanlı Türkçesinin devamı olarak ortaya çıkan Doğu Türkçesi, Orta Asya Türk topraklarında kullanılan ortak Türkçedir. Oğuz Türklerinin yazı dili olan Batı Türkçesi ise Oğuz Türkçesinden sonra  iki koldan gelişir. Bunlar, Osmanlı Türkçesi ve Azerbaycan Türkçesidir. Bu kollar arasındaki ayrılma, kendini 15. yüzyıldan itibaren göstermeye başlar. 

Oğuz Türkçesiyle/Eski Anadolu Türkçesiyle bugünkü Türkiye Türkçesi (Çağdaş Türkiye Türkçesi) arasındaki en önemli farklar şunlardır:



1. Günümüzde “t” ile başlayan bazı ekler Eski Anadolu Türkçesinde “d” ile başlamıştır: açtım-açdum, başta-başda vb.



2. Gelecek zaman (-acak, -ecek) eki olarak Eski Anadolu Türkçesinde “-ısar, -iser” ya da “-ası, -esi” ekleri kullanılmıştır: bulacağım- bulasarum, görecektir-gö residür vb.



3. Bildirme eki (-dır, -dir) olarak bazı metinlerde bu ekin eski şekli olan “-durur” kullanılmıştır: vardır-vardurur vb.

4. Eski Anadolu Türkçesinde kullanılan bazı ekler bugünkü Türkiye Türkçesinde kullanılmamaktadır. Bu eklerin en önemlileri şunlardır:
  • “Gibi” edatının yerini tutan “-layın”: yağmur gibi-yağmurlayın, benim gibi-bencileyin
  • Emir kipi eki olarak kullanılan “-gıl, -gil”: al-algıl, ver-virgil vb.
  • Bazı zarf-fiil ekleri: görünce-göricek, açarak-açuban vb.
5. Bu gün büyük uyumuna uymayan bazı ekler Eski Anadolu Türkçesinde büyük uyumuna uymuştur: yarınki-yarınkı vb.


6. Eski Anadolu Türkçesinde küçük ünlü uyumu yoktur: açık-açuk, gördü-gördi vb.






Tasavvuf

Tasavvuf; insanın manevi boyutu öne çıkaran, kişinin içsel dönüşüm geçirerek Allah’a ulaşmasını amaçlayan bir duyuş, düşünüş ve yaşayış sistemidir. Tasavvufu benimseyen, yaşamını bu anlayışın gereklerine göre biçimlendiren kişilere mutasavvıf (sûfî) denir. 

Tasavvufta Allah’a ulaşıp onda yok olmaya fenafillah; Allah’a ulaşmak için yapılan manevi yolculuğa süluk, yolcuya da sâlik denmiştir. Tasavvufa göre bu yolculuğa ancak bir rehber (mürşit, şeyh) yardımıyla çıkılabilir. Sâlik, duyu organlarıyla keşfedemediği ilâhî sırları, bir rehberin yardımıyla ve sezgi gücüyle keşfe başlar. Buna irfan denir. Mutasavvıflara göre, Allah, ilimle değil, irfanla bilinir. İrfanın kaynağı ise kalptir. Bunun için tasavvufta kalbin oldukça önemli bir yeri vardır.

Bireysel yaşantı ve deneyimlerle anlam, değer ve yaşarlık kazanan bir sistem olan tasavvuf, toplumsal hayattaki varlığını tarikatlar aracılığıyla sürdürmüştür. Bektaşilik, Mevlevilik, Halvetilik gibi isimler alan tarikatlar, kendi aralarında birtakım küçük farklılıklar gösteren tasavvufi kurumlardır.

Mutasavvıflar, tasavvufi yaşantıyı anlatmak için “Tatmayan bilmez!” demişlerdir. 

Tarikatlara mensup olanların barındıkları, ibadet ve tören yaptıkları yerlere, tekke (dergâh) denir. İslam dünyasında medreseler tefsir, hadis, fıkıh gibi dinî ilimlerin yani İslam’ın görünen yüzünün öğretildiği yerler olarak varlık gösterirken tekkeler İslam’ın içsel boyutunun yaşandığı, tasavvufi öğretilerin aktarıldığı, zikir ayinlerinin yapıldığı mekânlar olarak işlev görmüştür.

Tasavvuf, bir söz ilmi değil, "hâl" ilmidir. Tasavvufta bilgi edinmede akıldan çok "sezgi"ye değer verilir. Görünen dünyanın ötesinde, ondan farklı olan bir gerçek vardır. Bu gerçek akıl ve beş duyu ile kavranamaz, ancak sezgi, ilham ve aşk yoluyla fark edilebilir. Gerçeğin özü kavrandığında, görünüşteki tezatlar, bölünmeler, ayrılıklar ortadan kalkacak, birlik ve düzen sağlanacaktır. 



Tasavvufun ana konusu bizzat yaratıcının kendisidir. İşte insanlar, yeryüzünün en güzel ideali olan yaratıcıya ulaşmak için eşsiz bir iradeye sahip olmalı, her türlü menfaat endişesinden uzak kalabilmelidir.



Tasavvuf alanındaki teorilerden biri, vahdet-i vücut teorisidir. Buna göre, "Her şey O'dur, bütün yaratılanlar, Tanrı'yı tanımak, onu görmek ve anlamak için yaratılmıştır. Tüm evren, canlılar ve bitkiler Tanrı'nın çeşitli görünüşleridir. Tanrı, mutlak varlık olduğu olduğu için aynı zamanda da mutlak güzelliktir. Güzelliğin eğilimi de görünmekten ve sevilmekten yanadır. İşte Tanrı, bu yüzden kendisini tanıtacak ve birer hayalden başka bir şey olmayan varlıkları yaratmıştır.



Bu varlıklar içinde en mükemmel olanı, Tanrı'ya en yakın olanı insandır. Her insan Tanrı'nın bir parçasını, bir yansımasını oluşturur. İnsan, bu özelliklere sahip olduğuna göre hiçliği, kötülüğü ve çirkinliği yok etmelidir. O zaman, yalnızca güzellik, iyilik kalacaktır ki bu da Tanrı'nın varlığına katılmak, ona dönmek demektir. İnsan kendisini kötü ve çirkin yapan nefsini yenmeli, dünyaya ait olan her türlü zevklerden, menfaatlerden arındırmalıdır. Nefsi yenmek için de büyük bir sabır, irade ve aşk gerekir. Ancak bu aşk, dünya ile ilgili mecazî bir aşk değil, Tanrı'yı sevmek anlamına gelen "hakiki aşk"tır.



Tasavvuf ve Edebiyat

Tasavvuf düşüncesi, insanların büyük bir istekle tekke, dergah ve tarikat denen yerlerde toplanmalarını sağlamıştır. Çeşitli tarikatlere bağlı olan şairler, ilahi bir güç yaratarak didaktik şiirler söylemişler, tasavvuf düşüncesini ve tasavvufun inceliklerini, en sıradan insanların bile anlayabilecekleri bir dille telkin ve izah etmişlerdir.



Böylece edebiyatın bir telkin aracı haline geldiği, dini, tasavvufî ağırlıklı bir edebiyat anlayışının ortamı hazırlanmıştır. Manevi tecrübeyle kazanılan bilgilerin, kendine özgü ifade yolları kazanması ve bu ifade yollarının yaygınlaşmasıyla, tasavvuf, toplumun diğer insanları arasında, bir davranış şekli olarak görülür.



Tasavvuf edebiyatının en önemli özelliği, mecazlardan oluşan sembollerin yoğun olarak kullanılmasıdır. Beşerî aşktan ayrılması gereken ilahi aşk, birtakım özel terimler, mecazlar ve sembollerle anlatılmıştır. Tasavvuf şairleri mecazî anlatım tarzını, duygularını, sezgi ve ilhamlarını ifade etmek için seçmişlerdir. Çünkü görünenin arkasındaki görünmeyeni, yalnızca hissedilebileni anlatmak, mecazî bir anlatımı zorunlu kılmıştır. Bunlara birkaç örnek verelim:



Âşık : Allah'a tutkun olan, onu özleyen kişi
Mâ'şuk : Sevilen / Allah
Şarap : İçilen şey / ilahi aşk
Saki : İçkiyi sunan / yol gösterici, mürşid
Harabat : Meyhane / gerçek aşkın öğrenildiği yer, dergâh
Talib : İsteyen / tekkeye yeni giren kimse
Pîr : Yaşlı / tarikat kurucusu
Vefâ : Sözünde durma / Allah'ın lütfu, yardımı



Tasavvuf edebiyatının mecazlarını, yalnız sufî şairler kullanmamış, divan şairleri de kullanmıştır. Ancak divan şiirinde bu mecazlar farklı anlamlarda kullanılmıştır. Örneğin "aşk" tasavvufta Allah aşkı iken, divan şiirinde bir güzele duyulan aşktır. Divan şiirindeki ma'şuk bir insanken, tasavvufta Allah'tır. Divan şairlerini sufî şairlerinden ayıran yan da bu olmuştur.

Tasavvuf düşüncesiyle beraber, eski destan kahramanlarının yerini tasavvufun "kâmil insan, evliya tipi" alır. İlahiler şeklinde şiirler söyleyen derviş-şairler, özellikle 13. yüzyılda Anadolu topraklarında gelişecek olan Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının zeminini hazırlamış olur.


(Eski) Oğuz Türkçesinin Anadolu'daki ilk ürünleri şunlardır:

Coşku ve Heyecanı Dile Getiren Metinler (Şiirler)

  • İlahi
  • Nefes
  • Gazel


Olay Çevresinde Oluşan Edebi Metinler


Öğretici Metinler


Kaynaklar
Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Prof. Dr. Ahmet B. ERCİLASUN
Türk Dili Tarihi, Prof. Dr. Ali AKAR
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Palme Yayıncılık
10. Sınıf Türk Edebiyatı, Esen Yayınları

Devamını oku...

3 Ocak 2017 Salı

Dânişmend Gazi Destanı/Dânişmendnâme

Danişmendname, Melih Danişmend Ahmed Gazi

Selçuklu dönemi Türkçe eserlerinden biri olan Danişmendnâme; Sivas, Tokat, Niksar, Amasya, Çorum şehirlerini fetheden Melik Dânişmend Ahmed Gazi'nin efsanevi kişiliği çevresinde oluşmuş, 13. yüzyılda yazıya geçirilmiş bir destandır. 

Dânişmendnâme, Melik Ahmed Dânişmend Gazi'nin Malatya'da doğumu ile başlar. Battal Gazi'nin torunu Sultan Turasan'la arkadaş olur. Bir yandan silahşörlük, diğer yandan da bilim öğrenen Melik Ahmed Gazi'ye "bilgili" anlamına gelen "Dânişmend" lakabı verilir. Rüyasında gördüğü peygamberden fetih müjdesi alarak arkadaşı Sultan Turasan'la Anadolu'nun fethine koyulurlar. Kendilerine katılan Çavuldur Çaka, Süleyman b. Numan ve Kara Tekin gibi kahramanlarla birlikte harap olmuş Sivas kalesine gelirler ve burayı onararak kendilerine merkez yaparlar. Dânişmend Gazi, destanda daha sonra birinci dereceden yol arkadaşı olacak olan Rum savaşçısı Artuhı ile savaşıp onu yener ve ona İslamiyet'i kabul ettirir. Bundan sonra Tokat, Niksar, Çorum ve Amasya'nın fethine koyulurlar. Melik Gazi, Canik bölgesinin fethine çıkarken Niksar'da şehit olur. 

Dânişmendnâme; Battalnâme, Hamzanâme, Ebâ Müslümnâme gibi destani eserler halkası içinde önemli ve farklı bir yere sahiptir. Dânişmendnâme'yi diğer İslamî Türk destanlarından ayıran özelliklerin başında yöresel renkler taşıması gelir. Bu eserlerdeki kahramanlar, olaylar ve mekanlar yarı olağanüstü ve masalsı ögeler taşır. Oysa Dânişmendnâme'nin kahramanları belirli bir tarihî kişiliğe sahip Melik Dânişmend Ahmed Gazi'dir. Mekanlar Tokat, Sivas, Amasya, Çorum ve yörelerindeki gerçek yerleşim birimleridir. Olaylar Danişmendli tarihiyle hemen hemen aynı zamanda gelişir.

Danişmend Gazi destanı

Eserin yazılış tarihi, tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. İlk olarak Anadolu Selçuklu hükümdarı 2. İzzeddin Keykavus'un emri ile 1245'te Mevlânâ Alâ adlı yazar, halk arasındaki yaygın rivayetleri yazıya geçirmiştir. Bu nüshanın dili çok ağır olduğu için 2. Murad zamanında (1360) Tokat kalesi dizdarı Ârif Alî tarafından tekrar kaleme alınmış, nazım bölümleri eklenmiştir. 17 meclis (bölüm) olarak düzenlenen Dânişmendnâme'nin bu nüshası elde bulunanların en eskisidir.

Destanın üçüncü safhasını da Mirkâtü'l-cihâd oluşturur. Osmanlı tarihçisi Gelibolulu Mustafa Âlî, Sivas'taki görevinden azledildiği sırada Niksar'a uğrar. Orada bir hafta kadar kalır. Bu sırada Dânişmendnâme'nin Ârif Âlî yazmasının bir nüshasını bulur. Eser, daha önce bu kitabın içeriği hakkında az çok bilgi sahibi olan yazarın ilgisini çeker. Bu nüshayı alarak kırk gün içinde yazar. Âlî, eserin konusuna sadık kalmakla birlikte dilini kendi devrinin diline yani 16. yüzyıl Osmanlı Türkçesine aktarır. Metin, dil bakımından esaslı biçimde değiştirilmesine rağmen özellikle savaş tasvirlerinin anlatıldığı bölümlerde Ârif Âlî nüshasına yaklaşır. Mirkâtü'l-cihâd, iki asırlık bir süre içinde Eski Anadolu Türkçesinden Osmanlı Türkçesine geçişin aşamalarını, dildeki esaslı değişmeyi göstermesi bakımından önemli bir metindir.


Kaynak: Türk Dili Tarihi, Prof. Dr. Ali AKAR

Devamını oku...