Sayfalar

21 Aralık 2016 Çarşamba

Sohbet (Söyleşi)

sohbet türünün özellikleri

Sohbet kelimesinin “TDK Türkçe Sözlük”teki ilk anlamı şudur: Dostça, arkadaşça konuşarak hoş vakit geçirme, söyleşi, yârenlik, hasbihâl. Bir metin türü olarak kabul edilen sohbet (söyleşi), kelimenin bu ilk anlamıyla yakından ilişkilidir: Sohbet (söyleşi), yazarın duygu ve düşüncelerini, bir arkadaşıyla konuşur, onunla sohbet eder gibi anlattığı öğretici metin türüdür.


Söyleşi-Sohbet Türünün Özellikleri
  • Bu türün en belirgin özelliği anlatımdaki sıcaklık, içtenlik (samimilik) ve rahatlıktır.
  • Bugün söyleşi de denilen sohbet türünün eski adı musâhabe idi.
  • Sohbet türündeki yazılara, genellikle gazete ve dergilerde rastlanır. Fakat tamamı bu türden yazılardan oluşan kitapların da yayımlandığı görülmektedir.
  • Sohbet her konuda yazılabilir. Fakat konunun sadece şahsımızı veya dar çevreyi ilgilendirmemesine, geniş bir çevrenin ilgisini çekecek nitelikte olmasına dikkat etmelidir. Özellikle aktüel (güncel) olaylarla ilgili olan sohbetler daha çok dikkat çeker.
  • Sohbette içten, akıcı, sürükleyici, yalın bir anlatım kullanılır. Gerçek bir sohbet izlenimi uyandırmak için hitap sözlerine, devrik cümlelere, konuşma dilindeki kelime ve deyimlere sıkça yer verilir. Ünlem cümleleriyle sözde soru cümleleri sıkça kullanılır. Herkesin bildiği fıkralardan, atasözlerinden ve nükteli söyleyişlerden yararlanılır.
  • Sohbet metinlerinde daha çok söyleşmeye bağlı anlatım ile açıklayıcı anlatım kullanılır. 
  • Sohbette düşünceler derinleştirilmeden ifade edilir, bunların mutlak doğru olduğu iddiasında bulunulmaz. Hele hele bunların bilimsel gerekçelere dayandırılarak kanıtlanması yoluna asla başvurulmaz.
  • Dil, işlenilen konuya göre göndergesel, heyecana bağlı ve alıcıyı harekete geçirme işlevinde kullanılabilir.

Sohbet Türünde Yazılmış Önemli Eserler

Eşref Saat-Şevket Rado
Ramazan Sohbetleri-Ahmet Rasim
Edebiyat Söyleşileri-Suut Kemal Yetkin



Sohbet Örneği

KEDERİN ZEVKİ

Yaratılış itibariyle herkesten daha hassas olan sanatkarın, hayatın üzüntü veren çeşitli olayları karşısında duygusuz kalması mümkün olur mu? Hatta herkesin pek umursamadığı bazı küçük şeylerin bile ona tesir etmesi tabii değil midir?

Tarih boyunca sanatkarların kalpleri kadar kalemlerini, fırçalarını da harekete getiren sevinçten çok keder olmuştur: Bir sevgilinin vefasızlığı veya ölümü, milli bir felaket, evlat acısı, ayrılık, gurbet; şaire, romancıya, bestekâra şaheserler yarattırdı. Gurbette, hasrette, sıkıntıda oldukları zaman çok güzel eserler verenlerin, vatana, sevgiliye, refaha kavuştuktan sonra sustukları çok görülmüştür. İnsan, yazmak, söylemek yani bir nevi boşalmak ihtiyacını kederliyken daha çok hissediyor. Ahmet Haşim:
"Melali anlamayan nesle âşina değiliz" demiş. Ben de sanatkardan sadece methiyeler, güzellemeler isteyenlerle uyuşamıyorum.

Yalnız üzerinde durmak istediğim bir nokta var. Acaba "kederi, melali, hüznü" terennüm eden sanatkarlar, içinin zehrini başkalarının yüreklerine akıtan, kendi dertleriyle bizim de huzurumuzu kaçıran kimseler midir? Şüphesiz ki hayır. Sanatkar, içinde bulunduğu üzüntüden, çıkmazdan sanatın yardımıyla kurtulmaktadır. Derdini öyle şekillere, kalıplara döküyor ki, onu güzelleştiriyor, dert olmaktan çıkıyor; katlanılır hatta aranılır bir şey yapıyor. Böylece ortaya gelen sanat eserlerini okur, dinler veya seyrederken kendi kendimizin de o güzel şekiller içinde kaybolup gittiğini hissederiz.

Yahya Kemal, "Kar Musikileri" adındaki şiirinde:
Duydumsa da zevk almadım Islav kederinden
diyor. Bu mısra, ilk bakışta, insana garip görünür. Kederden zevk almak! Fakat bunda şaşılacak bir şey yoktur: Kederli, sıkıntılı bir insan, kederi, sıkıntıyı terennüm eden (anlatan) –ama sanatkarane bir şekilde terennüm eden– eserlerde daha çok teselli bulur. Tıpkı bir dert ortağına rastlamış, üzüntüsünü onunla paylaşmış gibi.

Yahya Kemal, Varşova'da bulunduğu sıkıntılı bir kış gününde, komşu manastırdan gelen org seslerinin söylediği kederden zevk alamamış. Çünkü bu keder ona yabancıdır. Fakat Tanburi Cemil Bey'in eski bir plağında kendisindekine çok benzeyen bir üzüntü musiki haline gelmeye başlayınca muhtaç olduğu teselliyi fazlasıyla bulduğunu hissediyor ve "Kar Musikileri"ni bu saadet içinde yazıyor.

Eski musikimizin insanı kötümser yaptığını, ruhumuzu körlettiğini, yaşamak azmimizi kırdığını söyleyenler, bu musikiyi hiç ama hiç anlamayanlardır. O bestelerin içinde insana başlı başına yetecek kadar huzur ve teselli var.

Fakat aynı makam ve aynı usullerle bugün ortaya getirilen eserlerin çoğu tahammül edilmez birer inilti halindedir. Mesele sanatkar olmak veya olmamak meselesi.

İyi bir aktörün sahnede ağlayışı bize zevk verdiği halde, kötü bir aktörünki canımızı sıkar. Gözyaşı bazı gözlere ne kadar yakışır, bazılarında ne iğrenç bir hal alır.

Büyük eserlerin çoğunu büyük kederler yaratmıştır. Bu keder şahsi olabilir, milli olabilir, bütün insanlığa ait olabilir. Fakat en çok şahsi olan bir üzüntüde bile herkesin paylaştığı bir taraf yok mudur? Bir şair:
Kim öksüz değil ki sen olmayasın?
diyordu. Sanatkar kendi sevincini, kendi acısını söylerken biraz da bizimkilerini anlatmaktadır.

Şüphesiz ki, sanat eseri sevinci de anlatabilir, acıyı da; aşktan da bahsedebilir, açlıktan da. Fakat bence gerçek sanatkar, kederi anlatırken bile insana bir huzur, bir ferahlık verebilen kimsedir.

Mehmet Çınarlı
(Halkımız ve Sanatımız, s.103)



Kaynaklar
11. Sınıf Dil ve Anlatım Konu Anlatımlı Soru Bankası, Ekstrem Yayıncılık
11. Sınıf Dil ve Anlatım Konu Anlatımlı, Esen Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder