Sayfalar

26 Aralık 2016 Pazartesi

Oktay Rifat Horozcu (1914-1988)

Garipçiler

10 Haziran 1914’te Trabzon’da doğan sanatçı TDK’nin ilk başkanı, şair Samih Rifat’ın oğludur. (Ali Fuat Cebesoy, Oktay Rifat'ın dayısı; Nazım Hikmet ise teyzesinin oğludur.) 1936’da Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, Maliye Bakanlığınca gönderildiği Paris’te Siyasal Bilgiler Fakültesinde 3 yıl öğrenim görmüştür. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle eğitimini tamamlayamayarak yurda dönmüş ve çeşitli devlet görevlerinde bulunmuştur. Ankara ve İstanbul’da serbest avukatlık da yapmış ve 1973 yılında son görev yeri Devlet Demir Yollarından emekli olmuştur. 18 Nisan 1988’de İstanbul’da yaşamını yitirmiştir.


Edebî Yönü
  • Varlık dergisinde 1936'da çıkan şiirleriyle şairliğe adımını atan Oktay Rifat Horozcu, ilk şiirlerinde geleneksel şiirin biçim özelliklerine yer vermiş, hece ölçüsüyle şiirler yazmıştır. 
  • 1941'de (Orhan Veli ve Melih Cevdet ile) ortaklaşa yayımladıkları Garip kitabıyla yeni şiirin öncüleri arasına girmiştir. 
  • Garip Dönemi şiirlerinde kentte yaşayan sıradan insanların günlük yaşamlarını, lirik ögelerden uzak bir biçimde dile getirmiştir.
  • Garip akımından sonra "Perçemli Sokak" adlı şiir kitabıyla İkinci Yeni akımına ve imgeci şiire yönelmiş, kendisini İkinci Yeni'nin öncüsü saymıştır ancak bu iddiası taraftar bulamamıştır.
  • Garip ve İkinci Yeni tarzından sonra toplumsal sanat anlayışından hareketle, çok başarılı taşlamalar (yergiler) ve sosyal içerikli şiirler yazmıştır.
  • Şiirlerinde deyimlerden, tekerlemelerden ve halk söyleyişlerinden yararlanmıştır. Halk şiiri ve folklordan hemen her döneminde yararlanmıştır.
  • Şiirlerinde her dönem lirizm olan sanatçının en önemli konuları yalnızlık ve yaşama sevincidir.



Eserleri


Şiir: Güzelleme, Yaşayıp Ölmek, Kargayla Tilki, Çobanıl Şiirler, İkilik, Elifli, Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler, Dilsiz ve Çıplak, Âşık Merdiveni, Perçemli Sokak, Aşağı Yukarı, Elleri Var Özgürlüğün, Denize Doğru Konuşma, Koca Bir Yaz, Bir Cigara İçimi


Roman: Bay Lear, Danaburnu, Bir Kadın Penceresinden

Tiyatro: Oyun İçinde Oyun, Atlar ve Filler, Yağmur Sıkıntısı, Çil Horoz, Zabit Fatma’nın Kuzusu



Kaynaklar
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Feyzullah Çelikbağ-Mehmet Saylan, Limit Yayınları
http://www.edebiyatogretmeni.org/oktay-rifat-horozcu/

Devamını oku...

25 Aralık 2016 Pazar

Melih Cevdet Anday (1915-2002)

Garipçiler

1915’te İstanbul’da doğan sanatçı, Ankara Gazi Lisesi’nden 1936’da mezun olmuştur. Oktay Rifat ve Orhan Veli okul arkadaşlarıdır. 1938’de sosyoloji öğrenimi için Belçika’ya gitmiş, iki yıl sonra II. Dünya Savaşı çıkınca zorunlu olarak yurda dönmüştür. 1942’den başlayarak Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde danışmanlık, Ankara Kitaplığında memurluk, gazetecilik yapmıştır. İstanbul’a yerleştiğinde çok çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yayımlamıştır. İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümü fonetik-diksiyon öğretmenliğinden 1977’de emekli olmuştur. 2002 yılında ölmüştür.

Edebî Yönü

  • 15 Kasım 1936'da Varlık dergisinde yayımlanan "Ukde" adlı şiiriyle şairliğe ilk adımını atmıştır.
  • 1941'de Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat Horozcu ile birlikte yayımladıkları Garip adlı kitapla başlayan Garip Hareketi içinde yer almıştır.
  • 1946'dan sonra sanatını romantik ögelerden kurtararak sosyal temellere dayandırmıştır.
  • 1950'den sonra yazdığı şiirlerde imge ve simgeler değer kazanmaktadır.
  • Şiirlerinde duygudan çok düşünce ön plandadır. 
  • Son şiirlerinde vecizeler (özdeyişler) söylemiş, nüktelerden ibaret çarpıcı, kısa dizeler yazmıştır. 
  • Melih Cevdet için önemli olan üslûp değil, içerik daha doğrusu maksat veya ideolojidir. Ona göre "Şiir, bilinen sözcüklerle bilinmedik sözler kurmaktır..." "... şiir, bilinmeyen bir dünyanın söylemidir."


Eserleri

Şiir: Garip (Orhan Veli ve Oktay Rifat'la beraber), Rahatı Kaçan Ağaç, Telgrafhane, Yan Yana, Tanıdık Dünya, Yağmurun Altında, Kolları Bağlı Odysseus, Göçebe Denizin Üstünde, Teknenin Ölümü, Sözcükler, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Güneşte


Roman: Gizli Emir, İsa’nın Güncesi, Aylaklar, Meryem Gibi, Raziye, Yağmurlu Sokak

Oyun: İçerdekiler, Ölümsüzler, Dört Oyun (Yarın Başka Koruda, Dikkat Köpek Var, Ölüler Konuşmak İsterler, Müfettişler) Mikadonun Çöpleri

Deneme: Doğu-Batı, Konuşarak, Paris Yazıları, Maddecilik ve Ülkücülük, Yiten Söz, İmge Ormanları, Gelişen Tiyatro, Yeni Tanrılar, Sosyalist Bir Dünya, Dilimiz Üstüne Konuşmalar, Geleceği Yaşamak, Geçmişin Geleceği

Gezi: Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, Macaristan


Melih Cevdet'le ilgili ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.


Kaynaklar
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Feyzullah Çelikbağ-Mehmet Saylan, Limit Yayınları
http://www.edebiyatogretmeni.org/melih-cevdet-anday/

Devamını oku...

22 Aralık 2016 Perşembe

Dede Korkut Hikâyeleri

Korkut Ata

Dede Korkut Hikâyeleri, 15. yüzyılda Akkoyunluların egemenliği altındaki Kuzeydoğu Anadolu ve Azerbaycan coğrafyasında, Oğuzların, çoğu zaman komşuları Rumlar, Gürcüler, Ermeniler ile zaman zaman da kendi içlerinde yaptıkları savaşları, iç çekişmeleri anlatan destansı halk hikâyeleridir.  

Bu hikâyeler, Türk dilinin, halk edebiyatının, kültür ve felsefesinin en önemli tarihî metinlerinden biridir. Hikâyeler, Türk'ün hayatı kavrayışı, eşyayı anlamlandırışı, inanma şekli, kısaca bir bütün felsefesini ve mantığını yansıtmasıyla vazgeçilmez millî kültür kaynaklarının başında gelmektedir. Bu hikâyeleri değerlendiren edebiyat tarihçimiz Mehmet Fuat Köprülü'ye göre "Türk edebiyatının tamamı terazinin bir kefesine, Dede Korkut Hikâyeleri ise diğer kefesine konulursa Dede Korkut ağır basar. "


Eser, "boy" adı verilen 12 (Vatikan nüshasında altı) farklı hikâyeden oluşmaktadır. Bunlar: Boğaç Han, Salur Kazanın Evinin Yağmalanması, Bamsı Beyrek, Kazanoğlu Uruzûn Tutsak Olması, Duha Kocaoğlu Deli Dumrul, Kanlı Kocaoğlu Kanturalı, Kazılık Kocaoğlu Beg Yegenek, Tepegöz, Beginoğlu Evren, Salur Kazanın Tutsak Olması, İç Oğuz Dış Oğuza Asi Olduğu.


Boylarda Oğuz beylerinin temeli halk kahramanlığına dayalı serüvenleri ayrı ayrı anlatılmaktadır. Hikâyeler kendi içlerinde bütünlük gösterseler de ortak kahramanların bulunuşu, her hikâyenin sonunda Dede Korkut'un ortaya çıkıp konuyu bağlaması hikâyelerin birbirleriyle olan ilgilerini göstermektedir. Konuların büyük bölümünü,  beylerin komşu Hristiyanlarla giriştikleri mücadeleler oluşturmaktadır.

Olaylar yalın, çarpıcı ve sade bir üslûpla anlatılmıştır. Yer yer olağanüstü kahramanlar ve olaylarla karşılaşılması, bu hikâyelere "destanî" özellikler katmaktadır.

Dede Korkut Hikâyeleri, (bilinmeyen bir kişi tarafından) 15. yüzyılda yazıya geçirilmiş olmakla birlikte, hikâyelerde bazı motif ve inanç unsurları, bunların çok daha önce bilinen metinler olduğunu göstermektedir. Hikâyelerde geçen Türkistan'a ait bazı yer isimleri, İslâmî şekle bürünmüş eski inanç biçimleri bu görüşü doğrulamaktadır. 

Mesajlar arasında kahramanlık ön planda olmak üzere, töre ve gelenek, kadının toplumdaki eşit rolü, sadakat, aşk, doğruluk, erdem gibi değerler her hikâyede işlenmiştir. 

Hikâyelerde nesir ve nazım karışık olarak görülmektedir.  


Dede Korkut

Dede Korkut, bilgelik yönü ön plana çıkan, şair, eren, şaman, şeyh, danışman, vezir ve en nihayet hikâyelerde "Oğuz'un tam bilicisi" olarak gösterilmiş bir kişidir.


Reşidüdin'in Câmiü't-Tevarih'inde, Dede Korkut'un Oğuzların Bayat boyundan, Kara Hoca'nın oğlu olduğu, akıllı, keramet sahibi bulunduğu, Kayı İnal Han'a danışmanlık yaptığı yazılıdır. Ebul Gazi Bahadır Han'ın Şecere-i Terâkime (Türklerin Soy Kütüğü) eserinde de aynı bilgiler tekrarlanır. Ayrıca Dede Korku'un Kayı boyundan olduğu, kendisinin Siri Derya'nın aşağısında beş hana danışmanlık yaptığı, Abbasiler devrinde yaşadığı, 295 yıl ömür sürdüğü anlatılmaktadır. Ali Şir Nevaî de Nesâi'mül-mahabbe adlı tezkiresinde Dede Korkut'un keramet sahibi bir kişi olduğunu yazmaktadır. 

Kazak ve Kırgız Türklerinde Korkut Ata en büyük ermişlerden sayılarak baksıların piri olarak görülür. İnanışa göre, o, kopuzu ilk yapan ve Şamanlara çalmayı öğreten ilk şamandır.

Dede Korkut, göçebe Türklerin yüceltip kutsallaştırdığı, bozkır hayatının geleneklerini ve törelerini çok iyi bilen kabile teşkilatını koruyan bir Oğuz büyüğüdür. Halkın atası, kabilenin reisi, bilgin, güçlü halk ozanı ve bilge olarak Dede Korkut'un tasviri kitabın başından sonuna kadar tekrarlanır. Hanlar güç durumlarda ona danışırlar. Öğütler veren, yol gösteren, içinden çıkılmaz gibi görünen güçlükleri çözen hep odur.



Dede Korkut Hikâyelerinin Nüshaları

Eserin iki nüshası vardır.

Dresden Nüshası: Nüsha, Kıtab-ı Dedem Korkut alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân adını taşır. 1815'te F. Von Diez tarafından Dresden Kraliyet Kütüphanesi'nde bulunmuştur. 12 hikâyeden oluşur.


Vatikan Nüshası: İtalyan Türkolog Ettore Rossi tarafından 1952'de Vatikan Kütüphanesi'nde bulunmuştur. Bu nüshada 6 hikâye yer almaktadır.


Dede Korkut Türkçesi

Dede Korkut'un dili ağırlıkla Azerbaycan Türkçesinin özelliklerini göstermesine rağmen hikâyelerin bütün dil özelliklerinin bu lehçeye ait olduğu söylenemez. Metinler, Oğuz Türkçesinin henüz yazı dili hâline gelmediği zamana kadar uzanır. 

Hikâyelerde fazladan söylenmiş bir cümle, bir kelime, bir ibare yok gibidir. Cümleler, kısa ve genellikle tek yüklemlidir. Bu üslûp, geleneksel destan anlatıcılarının bir izdüşümü olarak görülebilir.


Kaynak: Türk Dili Tarihi, Prof. Dr. Ali AKAR, Ötüken Neşriyat 
Devamını oku...

21 Aralık 2016 Çarşamba

Sohbet (Söyleşi)

sohbet türünün özellikleri

Sohbet kelimesinin “TDK Türkçe Sözlük”teki ilk anlamı şudur: Dostça, arkadaşça konuşarak hoş vakit geçirme, söyleşi, yârenlik, hasbihâl. Bir metin türü olarak kabul edilen sohbet (söyleşi), kelimenin bu ilk anlamıyla yakından ilişkilidir: Sohbet (söyleşi), yazarın duygu ve düşüncelerini, bir arkadaşıyla konuşur, onunla sohbet eder gibi anlattığı öğretici metin türüdür.


Söyleşi-Sohbet Türünün Özellikleri
  • Bu türün en belirgin özelliği anlatımdaki sıcaklık, içtenlik (samimilik) ve rahatlıktır.
  • Bugün söyleşi de denilen sohbet türünün eski adı musâhabe idi.
  • Sohbet türündeki yazılara, genellikle gazete ve dergilerde rastlanır. Fakat tamamı bu türden yazılardan oluşan kitapların da yayımlandığı görülmektedir.
  • Sohbet her konuda yazılabilir. Fakat konunun sadece şahsımızı veya dar çevreyi ilgilendirmemesine, geniş bir çevrenin ilgisini çekecek nitelikte olmasına dikkat etmelidir. Özellikle aktüel (güncel) olaylarla ilgili olan sohbetler daha çok dikkat çeker.
  • Sohbette içten, akıcı, sürükleyici, yalın bir anlatım kullanılır. Gerçek bir sohbet izlenimi uyandırmak için hitap sözlerine, devrik cümlelere, konuşma dilindeki kelime ve deyimlere sıkça yer verilir. Ünlem cümleleriyle sözde soru cümleleri sıkça kullanılır. Herkesin bildiği fıkralardan, atasözlerinden ve nükteli söyleyişlerden yararlanılır.
  • Sohbet metinlerinde daha çok söyleşmeye bağlı anlatım ile açıklayıcı anlatım kullanılır. 
  • Sohbette düşünceler derinleştirilmeden ifade edilir, bunların mutlak doğru olduğu iddiasında bulunulmaz. Hele hele bunların bilimsel gerekçelere dayandırılarak kanıtlanması yoluna asla başvurulmaz.
  • Dil, işlenilen konuya göre göndergesel, heyecana bağlı ve alıcıyı harekete geçirme işlevinde kullanılabilir.

Sohbet Türünde Yazılmış Önemli Eserler

Eşref Saat-Şevket Rado
Ramazan Sohbetleri-Ahmet Rasim
Edebiyat Söyleşileri-Suut Kemal Yetkin



Sohbet Örneği

KEDERİN ZEVKİ

Yaratılış itibariyle herkesten daha hassas olan sanatkarın, hayatın üzüntü veren çeşitli olayları karşısında duygusuz kalması mümkün olur mu? Hatta herkesin pek umursamadığı bazı küçük şeylerin bile ona tesir etmesi tabii değil midir?

Tarih boyunca sanatkarların kalpleri kadar kalemlerini, fırçalarını da harekete getiren sevinçten çok keder olmuştur: Bir sevgilinin vefasızlığı veya ölümü, milli bir felaket, evlat acısı, ayrılık, gurbet; şaire, romancıya, bestekâra şaheserler yarattırdı. Gurbette, hasrette, sıkıntıda oldukları zaman çok güzel eserler verenlerin, vatana, sevgiliye, refaha kavuştuktan sonra sustukları çok görülmüştür. İnsan, yazmak, söylemek yani bir nevi boşalmak ihtiyacını kederliyken daha çok hissediyor. Ahmet Haşim:
"Melali anlamayan nesle âşina değiliz" demiş. Ben de sanatkardan sadece methiyeler, güzellemeler isteyenlerle uyuşamıyorum.

Yalnız üzerinde durmak istediğim bir nokta var. Acaba "kederi, melali, hüznü" terennüm eden sanatkarlar, içinin zehrini başkalarının yüreklerine akıtan, kendi dertleriyle bizim de huzurumuzu kaçıran kimseler midir? Şüphesiz ki hayır. Sanatkar, içinde bulunduğu üzüntüden, çıkmazdan sanatın yardımıyla kurtulmaktadır. Derdini öyle şekillere, kalıplara döküyor ki, onu güzelleştiriyor, dert olmaktan çıkıyor; katlanılır hatta aranılır bir şey yapıyor. Böylece ortaya gelen sanat eserlerini okur, dinler veya seyrederken kendi kendimizin de o güzel şekiller içinde kaybolup gittiğini hissederiz.

Yahya Kemal, "Kar Musikileri" adındaki şiirinde:
Duydumsa da zevk almadım Islav kederinden
diyor. Bu mısra, ilk bakışta, insana garip görünür. Kederden zevk almak! Fakat bunda şaşılacak bir şey yoktur: Kederli, sıkıntılı bir insan, kederi, sıkıntıyı terennüm eden (anlatan) –ama sanatkarane bir şekilde terennüm eden– eserlerde daha çok teselli bulur. Tıpkı bir dert ortağına rastlamış, üzüntüsünü onunla paylaşmış gibi.

Yahya Kemal, Varşova'da bulunduğu sıkıntılı bir kış gününde, komşu manastırdan gelen org seslerinin söylediği kederden zevk alamamış. Çünkü bu keder ona yabancıdır. Fakat Tanburi Cemil Bey'in eski bir plağında kendisindekine çok benzeyen bir üzüntü musiki haline gelmeye başlayınca muhtaç olduğu teselliyi fazlasıyla bulduğunu hissediyor ve "Kar Musikileri"ni bu saadet içinde yazıyor.

Eski musikimizin insanı kötümser yaptığını, ruhumuzu körlettiğini, yaşamak azmimizi kırdığını söyleyenler, bu musikiyi hiç ama hiç anlamayanlardır. O bestelerin içinde insana başlı başına yetecek kadar huzur ve teselli var.

Fakat aynı makam ve aynı usullerle bugün ortaya getirilen eserlerin çoğu tahammül edilmez birer inilti halindedir. Mesele sanatkar olmak veya olmamak meselesi.

İyi bir aktörün sahnede ağlayışı bize zevk verdiği halde, kötü bir aktörünki canımızı sıkar. Gözyaşı bazı gözlere ne kadar yakışır, bazılarında ne iğrenç bir hal alır.

Büyük eserlerin çoğunu büyük kederler yaratmıştır. Bu keder şahsi olabilir, milli olabilir, bütün insanlığa ait olabilir. Fakat en çok şahsi olan bir üzüntüde bile herkesin paylaştığı bir taraf yok mudur? Bir şair:
Kim öksüz değil ki sen olmayasın?
diyordu. Sanatkar kendi sevincini, kendi acısını söylerken biraz da bizimkilerini anlatmaktadır.

Şüphesiz ki, sanat eseri sevinci de anlatabilir, acıyı da; aşktan da bahsedebilir, açlıktan da. Fakat bence gerçek sanatkar, kederi anlatırken bile insana bir huzur, bir ferahlık verebilen kimsedir.

Mehmet Çınarlı
(Halkımız ve Sanatımız, s.103)



Kaynaklar
11. Sınıf Dil ve Anlatım Konu Anlatımlı Soru Bankası, Ekstrem Yayıncılık
11. Sınıf Dil ve Anlatım Konu Anlatımlı, Esen Yayınları

Devamını oku...

20 Aralık 2016 Salı

Orhan Veli Kanık (1914-1950)

Bir Garip Orhan Veli

13 Nisan 1914'te İstanbul'da doğan sanatçı, ilkokula Beşiktaş Akaretler İlkokulu'nda başladı, Galatasaray Lisesi'nin ilk kısmına geçti, beşinci sınıfı Ankara Gazi İlkokulu'nda okuyarak ilkokulu bitirdi. Ortaokul ve liseyi de Ankara'da okuyan Orhan Veli, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girdi. İki yıl sonra buradan ayrılarak çalışma hayatına başladı. Bir yıl kadar yardımcı öğretmenlik yaptı.  PTT Genel Müdürlüğü'nde çalışırken (1936-1942) askere alındı. Yedek subaylığı Bolayır'da geçti. Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'na çevirmen olarak girdi. Ankara'da bir gece, belediyenin kablo döşemek için açtırdığı bir çukura düşerek başından yaralandı. İstanbul'a döndükten sonra bir arkadaşının evinde otururken aniden fenalaştı ve kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi'nde 14 Kasım 1950 Salı günü 36 yaşında dünyaya gözlerini yumdu.






Edebî Yönü
  • 1936'dan itibaren Varlık dergisinde yayımlanan şiirlerinde Mehmet Ali Sel, bazı çevirilerinde Adil Hanlı takma adlarını kullanmıştır.
  • Vezinli (aruz-hece) ve kafiyeli tarzdaki ilk şiirlerinde Ahmet Haşim, Necip Fazıl ve Cahit Sıtkı'nın etkileri vardır. 
  • 1941'de ise kendilerinden önceki şiir ve sanat anlayışını temelinden değiştirmeyi amaçlayan bir tavırla Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile beraber ortaklaşa Garip adlı kitabı yayımlamış ve Garip Hareketi'ni başlatmış ve ölümüne kadar Garip Hareketi'nin ilkelerine bağlı kalmıştır.
  • Şiir sanatına ait klasik biçimlerin dışına çıkarak modern Türk şiirinin olanaklarını genişletmiştir.
  • Her türlü sözcüğün (kundura, nasır, cımbız vb.) şiire girebileceğini göstermiş, gündelik dili kullanmıştır.
  • Sokağı şiire taşımıştır.
  • Şiiri bütünüyle toplumun emrine vermiş, bireyciliğe karşı çıkmıştır.
  • Şiirlerinde sıradan insanları, insanın basit ama sevgi dolu yaşamını, aşklarını, acılarını, kaygılarını işlemiştir.
  • Çocukluğa özlem, doğa, deniz, İstanbul sevgisi, kaldırımlar, balıklar onun şiirlerindeki konularıdır.
  • Şiirlerinde derin bir "ironi" (ince alay) vardır. 
  • Espri ve nükteye yer vermiştir.
  • 1949'dan ölümüne kadar -1950'ye kadar- "Yaprak" adlı iki sayfalık (tek yaprak) dergiyi 27 sayı çıkarmıştır. Orhan Veli'nin ölümü üzerine arkadaşları  "Son Yaprak" adlı özel bir sayı çıkarmıştır. 
  • 1948'de La  (Fontaine) Fonten'in birçok fablını "La Fontaine Masalları" adıyla manzum biçimde çevirmiştir.
  • 1949'da Nasrettin Hoca'nın birçok fıkrasını "Nasrettin Hoca Hikayeleri" adıyla manzum biçime getirmiştir.
  •  Şiirleri ölümünden sonra "Orhan Veli - Bütün Şiirleri" adıyla yayımlanmıştır.


Eserleri 

Şiir: Garip (Oktay Rıfat ve Melih Cevdet'le beraber), Yenisi, Vazgeçemediğim, Destan Gibi, Karşı



Orhan Veli hakkında ayrıntılı bilgi için buraya bakınız.



Orhan Veli’nin “sere serpe” aşkı




Kaynaklar
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Feyzullah Çelikbağ-Mehmet Saylan, Limit Yayınları
http://www.turkedebiyati.org/orhan_veli_kanik.html
Devamını oku...

19 Aralık 2016 Pazartesi

Servet-i Fünûn Edebiyatının Oluşumu

Ahmed İhsan

17 Mart 1891'de İstanbul'da Ahmet İhsan Tokgöz tarafından çıkarılmasına başlanmış olan Servet-i Fünûn, adından da anlaşılacağı gibi, başlangıçta daha çok, fennî (fenle-bilimle ilgili) yazılara yer veren bir dergiydi. O zamana kadar türlü dergilerde dağınık şekilde yazan ve avrupaî bir edebiyata taraftar olan gençleri bir tek derginin etrafında toplayarak Eski Edebiyat taraftarlarına karşı tek bir cephe kurmak isteyen Recaizâde Mahmut Ekrem, Mekteb-i Mülkiye'den (bugünkü Siyasal Bilgiler Fakültesi) öğrencisi Ahmet İhsan'ı Servet-i Fünûn'un böyle bir yayın organı haline getirilmesi hususunda razı edince, Galatasaray Lisesi'nden (Mekteb-i Sultani) öğrencisi olan Tevfik Fikret'i derginin başına getirdi ve kısa bir zaman sonra Servet-i Fünûn -memleketin en büyük sanat ve edebiyat dergisi olmakla kalmayarak- Türk edebiyatının modernleşmesinde çok önemli hizmeti bulunan bir yayın organı haline geldi. Tevfik Fikret'tin peşi sıra, kısa sürelerle Halit Ziya, Cenap Şehabettin, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit ve ötekiler de dergiye katılarak Servet-i Fünûn topluluğunu kurdular ve böylece Servet-i Fünûn (Edebiyat-ı Cedîde) Dönemi başlamış oldu. (1896)


Servet-i Fünûn'u meydana getirenler arasında şair olarak Tevfik Fikret, Cenap Şehabettin, Hüseyin Siyret, Hüseyin Suat, Ali Ekrem, Ahmet Reşit, Süleyman Nazif, Süleyman Nesib, Faik Ali, Celâl Sâhir; hikayeci ve romancı olarak Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet, Safveti Ziya ve tenkitçi (eleştiri yazan) Ahmet Şuayp vardır.  

Servet-i Fünûn (Edebiyat-ı Cedîde) edebiyatı (1896-1901), Batı etkisinde gelişen Türk edebiyatının ikinci evresidir. Türk edebiyatında 1860'tan beri devam eden Doğu-Batı mücadelesinin kesin sonucunu -Batı edebiyatının lehine olarak- tayin eden bir dönemdir. Bu döneme Servet-i Fünûn denilmesi, bu edebî hareketin Servet-i Fünûn (Fenlerin Serveti) dergisinde gerçekleşmesi ile ilgilidir ve Tevfik Fikret'in derginin yazı işlerini üzerine almasıyla başlar (7 Şubat 1896, sayı:256). Divan Edebiyatı'na karşı kurulmasına çalışılan avrupaî Türk edebiyatını ifade için kullanılmasına Tanzimat devrinde başlanmış olan Edebiyat-ı Cedîde (Yeni Edebiyat) teriminin de bu harekete ad olması ise topluluğun bu terimi tamamıyla benimseyip kendi hakkında da pek sık kullanmasındandır. 

Servet-i Fünun Edebiyatı

Servet-i Fünûn edebiyatının kurulup geliştiği dönem, 2. Abdülhamit istibdadının (baskısının) en yoğun dönemidir. Her türlü yayın büyük bir kontrol, basın sıkı bir sansür altındaydı. 

Dönemin sanatçıları, bu durum karşısında sıkıntılarını dışa vuramayınca ister istemez her şeyi içlerine attılar. Böylece çoklukla içlerine kapalı, kendi iç dünyalarında yaşayan, karamsar, bunalımlı bir nesil oldular.

16 Ekim 1901 tarihli Servet-i Fünûn’da Hüseyin Cahit’in Fransızca'dan çevirdiği "Edebiyat ve Hukuk" adlı makalesi kamuoyunu kışkırtıcı özellikte bulunduğundan dolayı 2. Abdülhamit tarafından geçici olarak kapatılan dergi, bir süre sonra yeniden yayımlanmaya başladıysa da topluluk dağıldı ve böylece Servet-i Fünûn edebiyatı sona erdi.

Kaynak: Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri-1860-1923, Kenan AKYÜZ
Devamını oku...

18 Aralık 2016 Pazar

Garip Hareketi (Garipçiler)

Garipçiler, Birinci Yeni, Yeni Şiir, Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat Horozcu

Garip Hareketi; Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat Horozcu'nun oluşturduğu bir şiir akımıdır. 

İlkokulun son sınıfında tanışan Orhan Veli ve Oktay Rifat’ın arkadaşlıkları lise birinci sınıfta aynı edebî zevke sahip dostluğa dönüşür. Bir yıl sonra da aralarına Melih Cevdet katılır. Ankara Erkek Lisesi’nin yayın organı olan Sesimiz dergisinin farklı sayılarında ilk eserlerini yayımlama imkânı bulurlar. Bu derginin farklı sayılarında şiirleri yayımlanan üçlü, daha sonraki yıllarda şiirlerinin aynı derginin aynı sayısında hatta aynı sayfasında yayımlanmasına özen göstereceklerdir. 

Bu üç şair, 1941'de "Garip" adlı ortak bir kitap yayımladılar. (Bu nedenle Garipçiler olarak anıldılar.) Şiirle ilgili görüşlerini de Garip'in ön sözünde açıkladılar. Edebiyat tarihimiz açısından bu ön söz büyük önem taşımaktadır. Her ne kadar üç şairin imzasıyla çıkmış olsa da ön sözdeki düşünceler tamamen Orhan Veli’ye aittir ve onun şiir hakkındaki düşüncelerini, eleştirilerini çekinmeden, büyük bir açıklıkla dile getirdiği bir bildiri (manifesto) niteliğindedir. 


Bu yapıtta Orhan Veli'nin 24, Melih Cevdet'in 16, Oktay Rıfat'ın 21 şiiriyle Orhan Veli ve Oktay Rifat’ın ortaklaşa kaleme aldıkları iki şiir yer almaktadır. Kitaplarına seçtikleri ad ve "Bu kitap, sizi alışılmış şeylerden şüpheye davet edecektir." cümlesi, gelenekten ve yerleşik şiirden kopuşlarını ifade eder. (Kitabın adını -Garip- Orhan Veli'nin arkadaşı Cavit Yamaç koymuştur.)

Edebiyat eleştirmenlerinin değişik yorumlarına uğrayan Garip akımını Nurullah Ataç ve Sabahattin Eyüboğlu desteklemiş, Ahmet Hamdi Tanpınar şiirden uzaklaşma saymıştır. 

1950’de Orhan Veli bir kaza sonunda hayatını kaybeder. Onun ölümünün ardından Oktay Rifat ve Melih Cevdet genel çizgilerini bir süre daha devam ettirdikten sonra 1952’den itibaren kendi şiir çizgilerini oluşturarak bu yolda hareket etmişlerdir. “Böylece üç arkadaşın 1937 yazında başlattıkları ve sonradan "Birinci Yeni" ve "Yeni Şiir" olarak adlandırılan Garip Hareketi, Türk şiirinin gidiş yönünü değiştiren, ona yeni imkânlar kazandıran on üç yıllık verimin ardından, başlıca savunucusunu yitirdiği 1950 yılının sonlarında gündemden çekilmeye başlar.

Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet


Garipçilerin Görüşleri ve Garip Şiirinin Özellikleri
  • Mısracı zihniyete karşı oldukları için ölçü (vezin) ve uyağı (kafiyeyi) reddetmişlerdir. Onlara göre şiirde ahenk, ölçü ve uyak dışında aranmalıdır. Dolayısıyla hece ölçüsünü de aruz ölçüsünü de gereksiz bulmuşlar, serbest şiir anlayışını benimsemişlerdir.         
  • (1936 yılının son aylarında önce Melih Cevdet’in daha sonra sırasıyla Orhan Veli ve Oktay Rifat’ın şiirleri, Yaşar Nabi Nayır’ın sahibi olduğu Varlık dergisinde yayımlanır. Bu dergide yayımlanan şiirler, ilk örneklerine Ağustos 1937’de rastlanacak olan Garip döneminin aksine ölçülü ve uyaklıdır.)
  • Onlara göre her türlü söz ve anlam sanatı bırakılmalıdır. Bütün söz oyunlarının karşısında durmuşlar, gibi kelimesini hiç kullanmamışlardır. Orhan Veli'nin "Kitabe-i Seng-i Mezar" şiiri, sanatlı söyleyişin dışlandığı önemli şiirlerindendir: "Hiç bir şeyden çekmedi dünyada/Nasırdan çektiği kadar./Hatta çirkin yaratıldığından bile/O kadar müteessir değildi./Ayakkabısı vurmadığı zamanlarda/Anmazdı ama Allah'ın adını/Günahkar da sayılmazdı/Yazık oldu Süleyman Efendi'ye"                                                    
  • "Şiir halka seslenmelidir" anlayışıyla sokağı ve günlük yaşamdaki her şeyi şiire aktardılar.                                                                        
  • (Garip Hareketi'nin topluma yönelmesiyle ilgili olarak belki de en dikkat çekici ifadelerden biri Cemal Süreya’ya aittir. Yazara göre Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet sokaktaki adamın şiirine yönelerek şiiri insan içine çıkarmışlar, şiire kasket giydirmişler, şiire elma yemeyi öğretmişlerdir. Kısaca ifade etmek gerekirse şiir, halkın malı, halktan biri olmuştur. Halkın malı olması ise “şiirin günlük tartışmalar arasına” girmesini de beraberinde getirmiştir ve “Bir süre toplumda şiir, herkesin konuştuğu ortak bir konu olur.”)
  • Şiir dilinde şairanelikten kaçınılarak dildeki her kelimeye yer verilmelidir.
  • "Basitlik, sadelik ve alelâdelik" ilkesini benimsemişlerdir.
  • Eskiye ait her şeyin karşısında durmuşlardır. Onlara göre şiir, bütün geleneklerden uzaklaşmalıdır.
  • Şiirde anlaşılmazlık dışlanmış ve anlam şiirin en önemli niteliği olarak öne çıkarılmıştır.
  • Garip şiirinde gerçeküstücülük (sürrealizm) akımının etkileri vardır. Dadaizm akımından da etkilenmişlerdir. Hatta dadaizmin "kuralsızlığı kural edinmek" anlayışı Garipçilerin sanat anlayışını özetler.
  • Şiirlerinde ironiye (ince alaya) yer vererek toplumsal eleştiri yapmışlardır. "Neler yapmadık şu vatan için/Kimimiz öldük,/Kimimiz nutuk söyledik" 
  • Şiirin müzik,resim gibi sanatlarla ilişkisine karşı çıkmışlardır.
  • Şiir duyguya değil, akla seslenmelidir." görüşünü benimsediler.
  • Siyaset dışı kaldılar. Onlara göre şiir dinî öğreti ve ideoloji emrinde veya bunları aşılamakta bir araç olarak kullanılmamalıdır.
  • Şiirde parça ve mısra güzelliği yerine bütün güzelliğini önemsemişlerdir.
  • "Yaşama sevinci"ni dile getirmişlerdir.

Kaynaklar
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Feyzullah Çelikbağ-Mehmet Saylan, Limit Yayınları
Türk Şiirinde Garip Hareketi, Yasemin MUMCU AY

Devamını oku...

17 Aralık 2016 Cumartesi

Battal Gazi Destanı/Battalnâme

Battal Gazi Destanı

Battalnâme, 8. yüzyılda Emeviler'in Bizans'a karşı açtıkları savaşlarda "el-Battal" (kahraman) lakabıyla şöhret kazanmış bir Müslüman Arap emirinin Türkler arasında yayılan kahramanlık menkıbelerinin destanlaştırıldığı anonim bir halk hikâyesidir. Nesir (düz yazı) şeklinde kaleme alınmıştır. Araştırmacıların ortak görüşüne göre 12. yüzyılda yazıya geçirilmiştir. 

Battalname, tarihi bir şahsiyet olduğunda şüphe bulunmayan Battal Gazi'nin menkıbevi hayatını, Anadolu'ya yerleşen Müslüman Türklerin gözüyle aksettirir. Bu menkıbelere göre Seyyid Battal Gazi, Hz. Ali soyundan Hüseyin Gazi'nin oğludur. Asıl adı Abdullah'tır. Peygamber soyundan geldiğine inanıldığı için Seyyid diye anılır. 

Fevkalade güçlü ve zekidir. Daha çocukken dini ilimleri çok kısa bir zamanda öğrenmiştir. Cenk usullerini aynı derecede iyi bilir. Abdülvehhab Gazi tarafından kendisine ulaştırılan Hz. Peygamber'in tükürüğü sayesinde bütün dilleri konuşur. Keşiş kılığında manastırlara girip İncil'den vaazlar verir. Rahiplerle tartışarak onları mağlup eder. Hızır'la yoldaştır, sıkışık zamanlarında ondan yardım görür. Aynı şekilde perilerle de dosttur. Devler ve cadılarla savaşır, okuduğu dualarla büyülerini bozarak onları yener. Ateşte yanmaz. Vahşi hayvanlar emrine amadedir. Tabiat kuvvetlerine hakimdir. Göz açıp kapayıncaya kadar uzun mesafeler aşar. Kullandığı silahlar Dahhak, Rüstem ve Hamza gibi eski ünlü cengaverlerin silahları, bindiği atlar onların atlarının soyundan gelen atlardır. Bunlarla kâfirlere (Hıristiyanlara) karşı savaşır. Onları İslam'a davet eder, davetini kabul etmeyenleri öldürür. 

Battalnâme esas olarak Battal Gazi'nin Anadolu'da Hıristiyanlarla (Rumlar, Ermeniler ve diğerleri) yaptığı savaşları konu edinmekle beraber, bunlarla ilgili menkıbeler büyük çapta eski Türk inançlarından ve İran peri masallarından alınan motifler ve sahnelerle süslenmiştir. Bunlar ayıklandığı zaman geri kalan savaş menkıbeleri ise 8. yüzyıldaki Emevi-Bizans mücadeleleri devrinden 11. yüzyılda Anadolu'da Türk fetihlerinin sürdüğü dönemlere kadar uzun bir zaman diliminin hatıralarını taşır. Bu savaşlarda merkez saha genellikle Malatya ve yöresidir. Savaşlar eserde siyasi bir mücadele değil bir din savaşı (İslamiyet-Hı­ristiyanlık mücadelesi) özelliği taşır. Cihat ve gaza ruhu kendini çok kuvvetli bir şekilde hissettirir. Şehirlerde oturan Müslüman Türkler arasında meydana geldiği kesin olan bu destanda Battal Gazi "yarı evliya" bir karakter sergiler, bu onun öteki Türk destan kahramanlarıyla olan en önemli ortak yanı­dır. Melik Danişmend Gazi ve Sarı Saltuk, Battal Gazi'nin isim değiştirmiş şekillerinden başka bir şey değildir. Bu da Battalnâme'nin tamamıyla Müslüman Türk geleneklerine göre oluşmuş destani bir halk hikâyesi olduğunu gösterir. 

Türk gazi tipini mükemmel bir biçimde aksettiren Battalname sadece halk arasında değil, 14. yüzyılın ikinci yarı­sından itibaren Osmanlılar'ın Rumeli topraklarında başlattıkları fetihler ve mücadeleler çağında da gaziler arasında sevilerek okunmuştur. Kısaca o, Anadolu ve Rumeli coğrafyasıyla bütünleşmiş­tir. Battalnâme, Anadolu dışında yaşayan Türk toplulukları arasında da sevilmiş, yazılıp okunmuştur. Özellikle 19. yüzyılda Rus işgali altında kalan Asya Türkleri Battalnâme menkıbeleriyle adeta teselli bulmuşlardır. 

Battalnâme, başta Doğu Anadolu olmak üzere Anadolu'nun bazı bölgelerinde bugün de eski geleneğin bir devamı olarak halk ağzında hala anlatılmaktadır. Ayrıca bazı köylerde zaman zaman Battalnâme nüshalarına rastlanması, eserin Müslüman Türk kültür hayatıyla ne ölçüde bütünleştiğini göstermesi bakı­mından dikkat çekicidir. 



Kaynak: İslam Ansiklopedisi
Devamını oku...

16 Aralık 2016 Cuma

Gezi Yazısı (Seyahatnâme)

seyahatname

Gezi yazısı bir yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili bilgi, gözlem, yaşantı ve izlenimlerini edebi bir üslupla (biçemle) anlattığı öğretici metin türüdür. Gezi yazılarına Eski Türk edebiyatında seyahatnâme denirdi. 


Gezi Yazısının Özellikleri
  • Gezi yazıları, okuyucularda, anlatılan yerleri görme isteği uyandırmalı, onların bu yerlerle ilgili meraklarını kamçılamalıdır.
  • Gezi yazısının ilgi çekici olması için yazar, gezdiği yerin kendine özgü niteliklerini öne çıkararak anlatmalıdır.
  • Gezi yazısı, okuyucuda, yazarın o yeri gerçekten gezdiğine, metni de o gezide yaşadığı olaylara, orada edindiği bilgi ve izlenimlere göre yazdığına dair kesin bir kanı oluşturmalıdır.
  • Gezi yazarının gezip gördüğü yerle ilgili her şeyi anlatma zorunluluğu yoktur. Çünkü o, seçici bir bakış açısıyla kişisel bir metin oluşturmakta; nesne, kişi, mekân (yer) ve olayları kendi bakış açısına göre gözlemlemekte, gözlemlediklerini orada yaşadıklarıyla harmanlayarak metne aktarmaktadır.
  • Gezi yazıları temelde öyküleyici anlatımdan yararlanılarak oluşturulur. Bunun yanında açıklayıcı ve betimleyici anlatımdan, yer yer de söyleşmeye bağlı anlatımdan yararlanılır.
  • Gezi yazılarında dil birden çok işlevde (göndergesel, heyecana bağlı, alıcıyı harekete geçirme, şiirsel) kullanılabilir.
  • Gezi yazısı açık, yalın, duru, akıcı ve sürükleyici bir anlatıma sahip olmalıdır.
  • Gezilen yer, okuyucunun daha iyi anlaması açısından başka bölgelerle kıyaslanır.
  • Gezi yazısı gezilen bölge için belgesel bilgiler içerir. Bu bakımdan gezi yazısında yazar gözlemlerine yer vermeli, yanlış bilgiler aktarmamalıdır.
  • Gezi yazısında gerçek bilgiler verilmelidir. Bu bakımdan gezi yazıları tarih, coğrafya, edebiyat, toplum bilimi vb. bakımından yararlı kaynaklardır. 
  • Gezi yazıları her şeye rağmen kişisel/öznel bir değerlendirme içerdiği için nesnel verilerden oluşan bilimsel bir belge niteliği taşımaz. Sadece fikir verici bir içeriğe sahiptir. Dış dünyayı yazarın gözüyle anlamaya yarar.
  • Gezi yazılarının çok yönlü anlatım olanakları vardır. Uzunluğu çoğu zaman kitap olacak kadardır. Gazetenin iç sayfalarından birinde dizi halinde günlerce yayınlandığı da olur. Okuyucunun sıkılmadan, merakla okuduğu bir yazı türüdür.
  • Gezi yazılarını, yolculuk yapılan yer bakımından ikiye ayırmak mümkündür: Yurt içi gezi yazıları ve yurt dışı gezi yazıları.

    Dünya Edebiyatında Gezi Yazısı



    Dünya edebiyatının en önemli seyahatnameleri arasında Venedikli gezgin (seyyah) Marko Polo'nun Uzak Doğu izlenimlerini içeren 13. yüzyılda yayımlanmış  Seyahatnamesi ve 14. yüzyılda yaşamış Arap gezgin İbni Batuta'nın İslâm dünyası gezilerini konu edinen Seyahatnamesi yer alır.


    Türk Edebiyatında Gezi Yazısı

    Türk Edebiyatında Seyahatname


    Türk edebiyatının önemli seyahatnameleri şunlardır:
    • Bugünkü bilgilerimize göre Türkçe yazılan ilk gezi kitabı, tanınmış denizcilerimizden Seydi Ali Reis'in Miratül-Memâlik (Memleketlerin Aynası) adlı eseridir. Eser Portekizlilere karşı savaşırken Hint denizinde fırtınaya yakalanıp Gücerat'ta karaya çıkan Seydi Ali Reis'in Hindistan, Afganistan, Buhara ve Maveraünnehir yoluyla Edirne'ye dönüşü sırasında başından geçen serüvenleri kapsar.
    • Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye adlı eseri
    • Kâtip Çelebi'nin Cihannüma adlı eseri
    • Edebiyatımızda gezi türündeki en önemli eser, Evliya Çelebi'nin Seyahatnâme adlı eseridir. Tarih-i Seyyah adını taşıyan on ciltlik eserinde Evliya Çelebi, 17. yüzyılda Devlet-i Aliye (Osmanlı Devleti) sınırları içinde ve dışında gezip gördüğü yerleri anlatır.
      Seyahatname, Tarih-i Seyyah
      Bu yerler arasında Bursa, İzmir, Trabzon gibi şehirlerimiz yanında Avusturya, Hicaz, Mısır, Habeşistan ve Dağıstan gibi yabancı ülkeler de bulunmaktadır. Evliya Çelebi'nin gezi kitabından XVII. yy. toplumumuzun zengin kültür özelliklerini öğrenmek mümkündür.
    • Hac yolculuklarını anlatan yazılar da seyahatname özelliği taşımaktadır. Divan edebiyatı şairlerinden Nabi'nin 17. yüzyılda yazdığı Tuhfetü'l-Harameyn bu eserlerin en önemlisidir.
    • Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya gönderdiği diplomatların gittikleri yerdeki gözlem ve izlenimlerini yazdıkları sefaretnâmeler de seyahatname özelliği taşımaktadır. Bu eserler arasında en önemlisi 18. yüzyılda Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'nin yazdığı Fransa (Paris) Sefaretnamesi'dir. 

    Türk edebiyatında Batılı anlamda ilk gezi yazısı örnekleri Tanzimat döneminde yazılır. Daha sonra özellikle Cumhuriyet'ten itibaren bu türde başarılı örnekler verilir. Bunların en önemlileri şunlardır:
    • Avrupa'da Bir Cevelan-Ahmet Mithat Efendi
    • Hac Yolunda-Cenap Şahabettin
    • Frankfurt Seyahatnâmesi-Ahmet Haşim
    • Romanya Mektupları-Ahmet Rasim
    • Abbas Yolcu-Attila İlhan
    • Anadolu Notları-Reşat Nuri Güntekin
    • Göz Ucuyla Avrupa-Yusuf Ziya Ortaç
    • Denizaşırı, Taymis Kıyıları, Tuna Kıyıları, Yolcu Defteri, Gezerek Gördüklerim, Bizim Akdeniz-Falih Rıfkı Atay
    Anı-Gezi Yazısı Farkı

    Anının merkezinde "kişinin kendisi ve çevresi" vardır. Gezi yazısının merkezinde ise "gezilen yerler" vardır.


    Seyahat/Gezi Blogları

    Son yıllarda gittikçe yaygınlaşan bloglarda (e-güncelerde) gezi yazısı örnekleri verilmektedir. Bu gezi yazıları daha çok seyahat/gezi güncelerinde/bloglarında karşımıza çıkmaktadır.







    Kaynaklar
    http://www.edebiyatogretmeni.org/gezi-yazisi-seyahatname/
    http://www.turkedebiyati.org/yazi_turleri/gezi.html
    11. Sınıf Dil ve Anlatım (Konu Anlatımlı), Esen Yayınları

    Devamını oku...

    12 Aralık 2016 Pazartesi

    Bulunuş Öyküsünden Yayımlanışına Divanü Lugati't-Türk

    Divanü Lugati’t-Türk

    Bugün tek nüshası İstanbul’daki Millet Kütüphanesi'nde olan Divanü Lugati’t-Türk’ün bulunuşu, yayımlanması ve çevirisi, ilgi çekici olaylar dizisidir. Eserin bulunuşu tamamen bir rastlantı sonucudur. Kitap dostu Ali Emiri’nin bilgisi, dikkati, kitap sevgisi ve çabaları olmasaydı eser bilgisiz ellerce belki de yok edilecek, dilimizin ve kültürümüzün en büyük hazinesinden mahrum kalacaktık. 

    Divanü Lugati’t-Türk’ten ilk söz eden Antepli Aynî diye de tanınan Bedreddin Mahmud’dur. İkdü’l-Cuman fi Tarih-i Ehli’z-Zaman adlı eserinin birinci cildinde Kâşgarlı Mahmud’un eserinden yararlandığı görülmektedir. Aynî, yalnızca bu eserinde değil kardeşi Şahabeddin Ahmed ile birlikte yazdığı Tarihü’ş-Şihabî’de de Divanü Lugati’t-Türk’ten yararlanmıştır. Daha sonra Kâtip Çelebi ünlü eseri Keşfü’z-Zünûn’da Divanü Lugati’t-Türk’ü anmıştır. 

    Başka birkaç kaynakta daha anılan ve bilgilerinden yararlanılan Divanü Lugati’t-Türk’ün varlığı bilinmekte ancak 1914 yılına gelinceye kadar tek bir nüshasına bile ulaşılamamaktaydı. Oysa Divanü Lugati’t-Türk’ün bir nüshası eski Maliye Bakanlarından Nazif Bey’in kitaplığında bulunmaktadır. Türk dili ve kültürü bakımından önemini bilemeyen ancak değerli bir kitap olduğunu tahmin eden Nazif Bey, yakınlarından bir kadına kitabı verir ve:

    -Bak sana bir kitap veriyorum. İyi sakla… Sıkıştığın zaman sahaflara götür. Altın para ile otuz lira eder, aşağıya verme! der. 

    Bir süre sonra paraya ihtiyacı olan kadın, kitabı Sahaflar Çarşısı’ndaki kitapçı Burhan Bey’e götürür ve otuz liraya satmak istediğini söyler. Divanü Lugati’t-Türk gibi bir eser için otuz lira hiç de yüksek bir miktar değildir ama bu kitabın önemini ve değerini bilmeyenler için yüksek bir bedeldir. Burhan Bey, yüksek bir fiyatla alır diye kitabı Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye götürür. Nazır da kitabı İlmiye Encümenine havale eder. Kitabı incelemek için bir hafta süre isteyen Encümen, bir hafta sonra kitaba on lira değer biçer. Kitabın kendisinin olmadığını, sahibinin otuz liradan bir para bile aşağıya inmediğini söyleyince Encümendekiler

    -Biz otuz liraya bir kütüphane satın alırız. Al kitabını, istemiyoruz, diyerek kitabı Burhan Bey’e geri verirler. 
    İşte tam da o günlerde, ömrünü ve servetini kitaplara adayan, haftada birkaç kez Sahaflar Çarşısı’na uğrayıp, kitapçıları tek tek dolaşarak yeni bir şey olup olmadığını sormayı alışkanlık edinen Ali Emiri Efendi, kitapçı Burhan Bey’in dükkânına uğrar. Ali Emiri Efendi yeni bir şey olup olmadığını sorunca, Burhan Bey, 

    -Bir kitap var ama sahibi otuz lira istiyor, diyerek olanı biteni anlatır ve sürenin ertesi gün dolacağını, yaşlı kadının kitabı almaya geleceğini söyler. 

    Eline aldığı kitabın adını okuduğu anda Ali Emiri Efendi, bayılacak gibi olur… Dünyada eşi benzeri olmayan, Türk dilinin en değerli eseri Divanü Lugati’t-Türk’tür elindeki kitap… Otuz değil, otuz bin liraya bile değerdir bu kitaba. Kendisini hemen toparlayan Ali Emiri Efendi, kesin alıcı görünmemek, kitapçıyı şımartmamak amacıyla:

    -Dağınık bir eser… Acaba tamam mı değil mi? Yazarı da Kâşgarlı adlı bir adammış… Kimdir, necidir, belli değil… Sarı çizmeli Mehmet Ağa… Ama ne de olsa bir eserdir… Encümen on lira teklif etmiş, ben de on beş lira veririm… der. Burhan Bey:

    -Kitap benim olsaydı verirdim. Sahibi mutlaka otuz lira istiyor Alacaksanız bir kadına iyilik etmiş olursunuz, almayacaksanız sahibine geri vereceğim, diye söyleyince Ali Emiri Bey

    -İşte şimdi işin şekli değişti… Bir kadına yardımcı olmak gerekir. Peki, kabul ettim, diyerek kitabı satın aldığını söyler ama yanında yalnızca on beş lira vardır. Eve gidip gelecek olsa kitabın bir başkasına satılması ihtimali bulunmaktadır. Paranın üstünü daha sonra vermek üzere kitabı almak istese kitapçı bunu kabul etmeyecektir. Kitabı bırakıp gitmek de istememektedir. Böyle karmaşık düşünceler içerisindeyken kitabı Burhan Bey’le birlikte bırakır, bir rivayete göre dükkânın kapısını kilitleyip anahtarı cebine koyar ve bir tanıdığa rastlamak umuduyla çarşıya çıkar. Birkaç dakika sonra eski Darülfünun edebiyat hocası Faik Reşat Bey ile karşılaşır. Hemen yanına koşar: 

    -Varsa, aman bana yirmi lira ver! der. Faik Reşat Bey’de on lira vardır, hemen onu verir. Geri kalanını getirmek üzere aceleyle evine gider. Ali Emiri Efendi de Burhan Bey’in dükkânına döner ve gönül rahatlığıyla Faik Reşat Bey’i beklemeye koyulur. Burhan Bey şaşkın vaziyettedir. Kitabın önemli bir eser olduğunu o da anlamıştır artık…

    Birkaç dakika sonra Faik Reşat Bey elinde on lira ile gelir. Ali Emiri, otuz lirayı hemen verir ama Burhan Bey bir de bahşiş istemektedir. Üç lira da Burhan Bey’e verir ve Faik Reşat Bey ile birlikte dükkândan ayrılırlar, konuşa konuşa çarşıdan çıkarlar. Fakat Ali Emiri’nin gözü arkadadır, Burhan Bey’in satıştan vazgeçip arkasından gelip kitabı istemesinden korkmaktadır. Kimsenin gelmediğinden emin olunca

    -Oh… Elhamdülillah! diyerek evine gelir. Ne kadar değerli bir esere sahip olduğunu, kitabı incelemeye başladığında anlar. Dostlarına, arkadaşlarına kitabın değerini şöyle anlatır Ali Emiri Efendi:

    Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir… Türkistan değil bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka bir parlaklık kazanacak. Arap dilinde Seyyibuyihin kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez… Bu kitapla Hz. Yusuf arasında bir benzerlik vardır. Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem…

    Ancak Divanü Lugati’t-Türk’ün bulunduğu tarih konusunda kaynaklarda farklı bilgiler verildiğini de belirtmek gerekir. Bu bilgileri değerlendiren ve kaynaklardaki diğer verilerle yorumlayan Prof. Dr. Ali Birinci, Divanü Lugati’t-Türk’ün eldeki tek nüshasının Ali Emiri tarafından 1914 yılının ilk aylarında bulunmuş olduğu sonucuna ulaşmıştır. 


    Divanü Lugati’t-Türk’ün Ünü Yayılıyor


    Ali Emiri Efendi’nin Divanü Lugati’t-Türk’ü bulduğu ve satın aldığı haberi önce İstanbul’da sonra ülkede ve daha sonra da dünyadaki Türklük bilimi âleminde dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Haberi duyan ilk kişilerden biri olan Ziya Gökalp çok heyecanlanmış, o heyecanla eseri görmek üzere soluğu Ali Emiri’nin evinde almıştı ama kitaba gözü gibi bakan Emiri: 

    -Şimdilik gösteremem, belki iki ay sonra olabilir, diyerek Ziya Gökalp’ı gücendirmişti. 
    Hemşehrisinden aldığı bu cevap üzerine Diyarbakır milletvekillerini Ali Emiri Efendi’ye ricacı gönderen Ziya Gökalp, yine eseri görme emeline ulaşamayacaktır. 

    Ali Emiri evine kapanmış gün boyu Divanü Lugati’t-Türk’ü okumakta, akşamları da âdeti olduğu üzere uğradığı kıraathaneye gitmekte, gün boyu okuduğu kitaptan bilgileri ballandıra ballandıra dostlarına anlatmaktadır. 


    Ziya Gökalp’tan Sadrazam Talat Paşa’ya
    Divanü Lugati’t-Türk’ü Yayımlatma Girişimleri

    Bulunuş öyküsü ve kitabın içeriği gazetelere haber konusu olmakta, herkes kitabı merak etmektedir. Orhon Yazıtları’nın okunuşuyla birlikte Türklere ait olduğunun ortaya çıkışından birkaç yıl sonra Türkçenin ilk sözlüğü Divanü Lugati’t-Türk’ün bulunması, ülkede büyük bir sevinç yarattığı gibi Türkçenin köklü ve güçlü dil olduğu düşüncesi Türk toplumunun öz güveninin artmasını sağlamıştı. Yıllarca Türkçenin evde, sokakta, çarşıda, pazarda konuşulan dil olduğu; bilim, sanat, edebiyat ve öğretim dili olamadığı yolunda düşüncelerin ileri sürüldüğü bir ortamda Kâşgarlı Mahmud’un Türklerle ve Türkçeyle ilgili sözleri toplumda yayılıyor, Türkçeye bakış hızla değişiyordu. Türklere Türk adını Tanrı’nın verdiği, Türkçe öğrenmenin gerekliliği ve Türkçenin Arapça ile eş değerde dil olduğu konusundaki bilgiler millî bir dil ve edebiyat anlayışının yaygınlaşmasını da sağlamaktaydı. 

    Divanü Lugati’t-Türk’ü gözü gibi koruyan Ali Emiri Efendi, bir hafta sonra Kilisli Muallim Rifat Bey’i evine davet eder. Kilisli Rifat Bey, Ali Emiri’nin evine geldiğinde kitabın ortada olduğunu görür. 
    Ali Emiri Efendi:

    -İşte Divanü Lugati’t-Türk, buyurun mütalaa ediniz, diyerek eliyle kitabı gösterir. Kitabı inceleyen Kilisli Rifat Bey,

    -Cenabıhak yayımlanmasını nasip etsin, deyince bu söz Ali Emiri Efendi’nin çok hoşuna gider ve:
    -Bu sözü başkasından duymadım, inşallah yayımlarız, tashihini de sen yaparsın. Rifat, bu kitap ne kadar yüksek dersek o kadar yüksek, ne kadar kıymetli dersek o kadar kıymetli… Fakat bunun mühim bir kusuru var. Kitabın şirazesi çözülmüş, formaları dağılmış, yaprakları karışmış, başı sonu belirsiz olmuş. Sayfalarının karşılığı yok, sayfa başlarında numara yok. Kitap tamam mı değil mi? Düzenlenmesi mümkün mü değil mi? Rifat, sana rica ediyorum. Her gün gel, bir iki saat bu kitap ile meşgul ol. 

    Kilisli Rifat bu teklifi seve seve kabul eder. Yaklaşık iki ay süresince her gün birkaç saat çalışarak, birkaç kez bir araya getirip düzen tutmadığını görerek yeniden düzenlemeye çalışan Kilisli Muallim Rifat sonunda sayfaları tam olarak sıraya dizer ve eserin eksiksiz olduğu müjdesini Ali Emiri Efendi’ye verir. Günlerdir bu müjdeyi bekleyen Ali Emiri Efendi sevincinden ağlar ve evinin yarısını Kilisli Muallim Rifat Bey’e vermeyi teklif eder… Kilisli bu teklifi kabul etmeyerek kendisine verilecek en büyük ödülün kitabın yayımlama izni olduğunu belirtince Ali Emiri Efendi:
    -İnşallah o da olur, fakat biraz sabrediniz, der…

    Bu sözlerden kitabın yayımlanmasına razı olacağını anlayan Kilisli Rifat Bey araya hatırlı kişilerin girmesi durumunda Ali Emiri Efendi’nin hayır diyemeyeceği düşüncesindedir. Araya öyle hatırlı kişi girmelidir ki Ali Emiri Efendi hayır diyemesin… 

    Kilisli Rifat’ın Divanü Lugati’t-Türk’ü gördüğü, dağılmış sayfaları topladığı haberinin duyulmasından birkaç gün sonra Ziya Gökalp Kilisli Rifat Bey’e gelir:
    -Bahtiyar Rifat… Sen bu kitabı hem gördün hem okudun değil mi?
    -Evet, gördüm de okudum da…
    -Rifat, ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı. Bu kitabı hem almalı hem de yayımlamalıyız. Bu hazinenin anahtarı senin elindedir. Gel bana yardım et, şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi, bana çaresini söyle. 

    Aslında bir çaresini de bulmuştur Kilisli Rifat… Ali Emiri Efendi’nin Talat Paşa’yı çok sevdiğini, ricacı olması durumunda ona hayır diyemeyeceğini bilmektedir. Ziya Gökalp, Talat Paşa’ya konuyu açarsa, Talat Paşa da Ali Emiri Efendi’ye Divanü Lugati’t-Türk’ün yayımlanması için izin vermesini rica ederse bu iş olacaktır… Ancak, Talat Paşa’nın Ali Emiri’nin ayağına gitmesi mümkün değildir. Ali Emiri’nin Babıali’ye veya merkeze çağrılması da hoş olmayacaktır. Sonunda Ziya Gökalp ve Kilisli Rifat Bey şöyle bir plan yaparlar:

    Ali Emiri Efendi, Adliye Nazırı İbrahim Bey’i de çok sevmekte, sık sık Koska’daki evine gitmektedir. Ramazan ayında oldukları için Adliye Nazırı İbrahim Bey’in, Ali Emiri Efendi’yi iftara davet etmesi, Talat Paşa’nın da o akşam iftardan bir saat kadar sonra birkaç arkadaşıyla İbrahim Bey’i görmeye gelmesinin sağlanması konusunda mutabakata varırlar. Bu planı gerçekleştirmek üzere hemen harekete geçerler.

    Birkaç gün sonra Adliye Nazırı, Ali Emiri Efendi’yi iftara davet eder. Nazır, Ali Emiri’yi her zaman olduğu gibi izzetüikramla karşılar. Davetli, yalnızca Ali Emiri Efendi’dir. Top atılır, iftar edilir. Ali Emiri bundan sonra olanları şöyle anlatacaktır:

    İftardan sonra konuşmaya daldık. Bir saat kadar zaman geçti. Derken ağası geldi. Efendim, Talat Paşa teşrif buyurdular dedi. İbrahim Beyefendi hemen karşıladı. Misafirleri bulunduğumuz odaya aldı. Gelenler Talat Paşa ile beş altı kadar arkadaşı idi. Ben bunlardan yalnız Talat Paşa’yı tanırım. Misafirler içeri girdikten sonra İbrahim Beyefendi misafirleri tanıtmaya başladı. Bu tanıtmadan sonra beni onlara tanıtmak için en yüksek metihlerde bulundu. Bu misafirler, Emiri adını duyunca başta Talat Paşa olmak üzere birden ayağa kalktılar. İlk evvel Talat Paşa bana doğru yürüdü, geldi Hay üstadımuhterem, mübarek elinizi öpmekle kesbişeref etmek isterim. Müsaade buyurunuz dedi. Elimi tekrar tekrar öpmek istiyordu. Sonra ötekiler de öyle yaptılar.

    Ben o gece belki otuz üç kere estağfurullah çektim. Ben istiğfar ettikçe onların aşkı artıyor, elimi bırakıp eteğimi öpmek istiyorlardı. 

    Bu istiğfar faslı bittikten sonra Talat Paşa ayağa kalktı Divanü Lugati’t-Türk hakkında bazı malumat vermemi rica etti. Ben de dilimin döndüğü kadar anlattım. Ben malumat verdikçe onlar bayılıyorlardı. Sonra hepsi birden böyle bir kitaba malik olduğum için beni tebrik ettiler.
    Talat Paşa tekrar ayağa kalktı:

    -Üstadımuhterem, huzurufaziletinizde söz söylemeye utanırım. Fakat müsaadenizle arz etmek isterim ki kitapların da insanlar gibi tabii bir ömrü vardır. Bir kitap binlerce sene yaşayamaz, çürür, fena bulur. Kitapları yaşatmak için eskiden istinsah usulü varmış. Fakat bunun da faydası mahduttur. Medeniyet bunun için yegâne bir çare bulmuş, o da tabı usulüdür. Tabı sayesindedir ki bir kitap bin olur, on bin olur, yüz bin olur. Mademki Divanü Lugati’t-Türk büyük bir ehemmiyeti, kıymeti haizdir; o hâlde müsaade buyurun, bu kitabı her şeyden evvel bastıralım. Baş tarafına da namıâlinizi koyalım. Bütün dünyaya yayılsın. Cihan size minnettar olsun. Bu lütfu bizden esirgemeyin…

    Bu sözlerden Ali Emiri Efendi çok memnun olur. Kitabın basılması için iki şartı vardır. Birincisi bu işi Kilisli Rifat’ın yapması, ikincisi de kitabın baskı süresince yalnızca Kilisli Rifat’ta kalması, başkasına verilmemesidir. Talat Paşa bu şartları hemen kabul eder ve Ali Emiri Efendi ile aralarında şu konuşma geçer:

    -Büyük üstad, bugün ne vazifede bulunuyorsunuz?
    -Defterdarlıktan mütekaidim…
    -Hayır, sizin gibi faziletli, tecrübeli bir zatın mütekait olmasına gönlüm razı olmaz. Elhamdülillah kemaliafiyettesiniz. Daha senelerce çalışabilirsiniz. Üstad, defterdarlık mı valilik mi şûrayıdevlet azalığı mı nazırlık mı ne arzu buyurursunuz? Lütfen söyleyin şimdi burada tayin etmek için emrinize amadeyim…

    Ali Emiri Efendi bu sözler karşısında duygulanır ve şu cevabı verir:
    -Ben milletime edecek hizmeti yaptım… Bugün nazarımda hiçbir memuriyetin kıymeti yoktur. Teveccühünüze, lütfunuza teşekkür ederim…


    Divanü Lugati’t-Türk’ün İlk Yayımlanışı

    Birkaç gün sonra Ali Emiri Efendi Divanü Lugati’t-Türk’ü Kilisli Rifat’a şartlarını da söyleyerek verir. Kitap Kilisli Rifat’a geçtikten sonra Talat Paşa Ali Emiri’ye “küçük bir mükâfat” olarak üç yüz lira gönderir. Ancak Ali Emiri Efendi bu parayı kabul etmez. Bütün servetini Türk kültürünün kaynağı olan kitaplara harcayan Ali Emiri Efendi, yayımlanmasından sonra Divanü Lugati’t-Türk’ü hiçbir bedel istemeden kitaplığındaki diğer eserlerle birlikte kurduğu kütüphaneye bağışlayacaktır.

    Divanü Lugati’t-Türk’ün Kilisli Rifat tarafından yayımlanması Birinci Dünya Savaşı yıllarına rastlamıştır. Kâğıt ve mürekkep bulmak zordur… Basımevindeki harfler yıpranmıştır… Hatta baskı makinesi tekleyerek çalışmaktadır. İşte böyle bir ortamda Kilisli Rifat bu büyük eserin baskı işine girişmiştir. 

    Divanü Lugati’t-Türk’ün başına bir iş gelir diye sağlam bir çanta alan ve bir buçuk yıl süren baskı işi süresince çantayı yanından ayırmayan Kilisli Rifat üç cilt hâlinde basımını gerçekleştirir. 

    Kilisli’nin yayımı aslında Divanü Lugati’t-Türk’ün matbu olarak tıpkıbasımıdır ancak bu yayında dağınık sayfalar düzenlenmiş, eser bir araya getirilmiş, madde başları belirginleştirilmiş, harekesiz olan Arapça bölümler harekelendirilmiştir. Böylece Divanü Lugati’t-Türk yazılışından yaklaşık sekiz yüz elli yıl sonra bu kez baskı makinesiyle basılarak çoğaltılır ve yok olmaktan kurtulur. 


    Divanü Lugati’t-Türk’ün Türkçeye Çevrilmesi

    Baskı sürerken Millî Tetebbular Encümeni, Kilisli Rifat’a Divanü Lugati’t-Türk’ün Türkçeye çevirisini yapması işini de teklif eder. Kilisli Rifat, defalarca okuduğu eseri basım işi bittikten sonra çevirmeye başlar. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Kilisli Rifat, eseri yirmi iki defter hâlinde Türkçeye çevirir. Yüz yirmi lira karşılığında çevirisini Maarif Nezaretine teslim eder. 

    Kilisli Rifat’ın çevirisi Telif ve Tercüme Heyetine gönderilir ama yayımlanması mümkün olmaz. Oradan da Darülfünun kütüphanesine gönderilir. Aradan geçen zaman içerisinde ülke felaketli günler yaşamış, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde Millî Mücadele başlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi işte o günlerde, Divanü Lugati’t-Türk’ün Türkçeye çevrilmesi işini, daha sonra Türk Dil Kurumunun kurucu başkanlığına getirilecek olan Sâmih Rifat ile İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Âkif’e verir. 

    Kilisli Rifat bu haberi duyunca Sâmih Rifat’a bir mektup yazar ve kendi çevirisinden söz eder. Üniversitenin Edebiyat Kütüphanesindeki çevirilerinden yararlanılması, kendi adının da çevirenler arasında yer alması dileğini bildirir. Sâmih Rifat Bey bu çevirileri Ankara’ya getirtir. Mehmet Âkif ile Kilisli’nin çevirisini incelerler ve eserin yeniden çevrilmesine gerek olmadığına, Kilisli Rifat’ın çevirisinin yayımlanmasına karar verirler. 

    Divanü Lugati’t-Türk’ten haberdar olan Gazi Mustafa Kemal, Kilisli Rifat’ın yirmi iki defterden oluşan çevirisini okumak üzere Çankaya Köşkü’ne getirtmiştir. Atatürk’ün Kilisli Rifat çevirisini okuduğu Sâmih Rifat’ın Kilisli Rifat’a yazdığı mektuplarda belirtilmektedir. Atatürk’ün okuduğu bu defterlerden çekimlenen beş defter, bugün Türk Dil Kurumu Kütüphanesinde bulunmaktadır. 

    Bu arada Konyalı Abdullah Atıf Tüzüner ve Abdullah Sabri Karter de Divanü Lugati’t-Türk’ü ayrı ayrı Türkçeye çevirmişti. Van mebusu Tevfik Demiroğlu da eserin dizinini hazırlamıştı. Bunlardan Atıf Tüzüner’in çevirisi Türk Dil Kurumu Kütüphanesinde, Abdullah Sabri Karter’in çevirisi ise Bursa İl Halk Kütüphanesindedir. 

    Atatürk’ün öncülüğünde 26 Eylül 1932 günü Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dili Kurultayı’nın ardından Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Divanü Lugati’t-Türk’ün söz varlığını dizin hâlinde toplama ve eseri çevirme görevini Kilisli Rifat’a verir. 

    Birinci çevirisi yayımlanmayan Kilisli Rifat, Divanü Lugati’t-Türk’ü Türkçeye ikinci kez çevirme ve dizinini çıkarma işine girişir. Kilisli Rifat’ın Ankara’ya gönderdiği fişlerde Kurum düzeltmeler yapılmasını ister. Bu konudaki sorunları çözümlemek üzere Kilisli Rifat, Türk Dil Kurumu Genel Sektereri İbrahim Necmi Dilmen ve Besim Atalay ile Dolmabahçe Sarayı’nda görüşür, ancak bir anlaşma sağlanamaz. 

    Bu arada Divanü Lugati’t-Türk’ün iyi bir çevirisinin yayımlanması bilim çevreleri tarafından sabırsızlıkla bekleniyordu. Kurum yönetimi, özellikle Genel Sekreter İbrahim Necmi Dilmen, çeviri işini Besim Atalay’ın üstlenmesini istemektedir. Bu ısrarlar üzerine 1937 yılının sonlarına doğru Besim Atalay Divanü Lugati’t-Türk’ün çevrilmesi işini üzerine alır. 

    Besim Atalay, kendisinden önce yapılan çevirileri değerlendirir ancak eleştirdiği yönler dolayısıyla bunlardan yararlanmadan kendi çevirisini yapar. Bununla birlikte ara sıra şüphelendiği yerlerde bu çevirilere baktığını belirtir, ancak güvenemediği için hiçbir zaman bu çevirilerden doğrudan aktarma yapmadığını yazar. 

    Besim Atalay’ın çevirisi üç cilt olarak 1940 – 1941 yıllarında yayımlanır. Bu arada Kurum, Divanü Lugati’t-Türk’ün yeni bir tıpkıbasımını da 1941 yılında yapmıştır. Atalay’ın çevirisini bütünleyen dizin bölümü ise 1943 yılında yayımlanır. Dehri Dilçin’in Arap alfabesine göre hazırladığı Divanü Lugati’t-Türk dizini Türk Dil Kurumu tarafından 1957 yılında basılır. Bir başka dizin yayını ise Divanü Lugati’t-Türk’ün yazılışının 900. yılı dolayısıyla 1972 yılında yine Türk Dil Kurumu tarafından çıkarılmıştır. Aslında bu yayın, 1943’te Besim Atalay’ın hazırladığı dizinin yeniden düzenlenmiş biçimidir. 


    Divanü Lugati’t-Türk’ün Diğer Çevirileri

    Türk Dil Kurumunun yayımladığı Besim Atalay’ın Divanü Lugati’t-Türk çevirisi Türk dili ile ilgili çalışmalarda uzun süre kaynak olarak kullanılacak, bazı ülkelerde yapılan çevirilerde de esas alınacaktır.

    Bu çevirilerden ilki Özbekistan’da gerçekleştirilmiştir. Salih Mutallibov tarafından 1960 – 1963 yıllarında Özbek Türkçesine çevrilen eser, Türkiy Sözlar Devani (Devanü Lugatit-Türk) adıyla üç cilt hâlinde Özbekistan SSR Fenler Akademisinin yayımcılığında Taşkent’te çıkmıştır. Eserin dizini Gani Abdurrahmanov ve Salih Mutallibov tarafından hazırlanmış ve 1967 yılında dördüncü cilt olarak yayımlanmıştır. 

    Divanü Lugati’t-Türk’ün Çin’de birkaç kez Yeni Uygur Türkçesine çevirisi ve yayımlanması işine girişilmiştir. Bu uğurdaki ilk girişim 1955 yılında Muhemmed Peyzi ve Ehmed Ziyaî kardeşler tarafından yapılan Divanü Lugati’t-Türk çevirisidir. Daha sonra 1963-1966 yılları arasında Uygur Sayrani tarafından Divanü Lugati’t-Türk’ün ikinci kez çevirisi yapılmıştır. Ancak dönemin siyasi koşulları yüzünden bu çevirilerin yayımlanması girişimi başarıya ulaşamamıştır. 

    Nihayet 1978 yılında Divanü Lugati’t Türk’ün Çağdaş Uygur Türkçesine ve Çinceye çevrilmesi işi resmen gündeme getirilmiş ve Devlet Sosyal Bilimler Araştırma Planı çerçevesinde Şinciang Uygur Özerk Bölgesi Sosyal Bilimler Akademisince oluşturulan Şinciang Uygur Özerk Bölgesi Sosyal Bilimler Akademisi Divanü Lugati’t Türk’ü yayıma hazırlama komisyonu tarafından çevirisi gerçekleştirilmiştir. Üç cilt olarak hazırlanan ve Şinciang Halk Yayınevince Mehmut Kaşkari, Türki Tiller Divanı adıyla yayımlanan Divanü Lugati’t-Türk çevirisinin birinci cildi İbrahim Mutiî’nin sorumlu redaktörlüğünde İmin Tursun’un ise redaktörlüğünde Abdusalam Abbas, Abdurehim Ötkür, Abdurehim Hebibulla, Damolla Abdulhemit Yüsüfî, Helim Salih, Hacı Nurhacı, Osman Muhemmetniyaz, Sabit Rozi ve Mirsultan Osmanov tarafından hazırlanmıştır. Ürümçi’de 1981 yılında yayımlanan birinci cildi 1983 yılında yayımlanan ve Abdusalam Abbas, Abdurehim Ötkür, Abudureşit Karım Sabit, Helim Salih, Osman Muhemmetniyaz, Sabit Rozi’nin hazırladığı, İbrahim Mutiî’nin sorumlu redaktör, İmin Tursun ve Mirsultan Osmanov’un redaktörlüğünü yaptığı ikinci cildin yayımı izlemiştir. Eserin üçüncü cildi ise 1984 yılında yine İbrahim Mutiî’nin sorumlu redaktörlüğünde, Mirsultan Osmanov’un redaktörlüğünde Abdusalam Abbas, Abudureşit Karım Sabit, Helim Salih, Osman Muhemmetniyaz, Sabit Rozi tarafından hazırlanarak Ürumçi’de yayımlanmıştır. 

    Eserin İngilizce çevirisi ise Amerika’da Harvard Üniversitesinde yayımlanmıştır. Robert Dankoff, öncekilerden farklı olan bu çeviriyi James Kelly’nin katkılarıyla gerçekleştirmiştir. Üç cilt hâlinde 1982 – 1985 yıllarında Amerika’da Şinasi Tekin ve Gönül Alpay Tekin’in yayımcılığında Mahmud al-Kaşgari Compendium of Turkic Dialects (Diwan Lugat at-Turk) adıyla yayımlanan eserin üçüncü cildini sözlük ve ayrıntılı dizin oluşturmaktadır. 

    Divanü Lugati’t-Türk’ün Kazak Türkçesindeki yayımı ise 1997 – 1998 yıllarında Asgar Kurmaşulı Egeubayev tarafından gerçekleştirilmiştir. Mahmut Kaşkari, Türik Sözdigi adıyla yayımlanan çevirinin birinci ve ikinci ciltleri 1997 yılında, üçüncü cildi ise 1998 yılında Almatı’da basılmıştır.

    Eserin Çin’deki ikinci bir yayımı ise Yeni Uygur Türkçesi ile yayımlanan çeviriden yararlanılarak Çince yapılmıştır. Mirsultan Osmanov ve Chen Hua’nın denetmenliğinde He Rui, Ding Yi, Xiao Zhongyi, Liu Jingjia’nın çevirdiği ve Mirsultan Osmanov ile Niu Xiaoli’nin düzeltmenliğini yaptığı Çince Divanü Lugati’t-Türk’ün birinci cildi Milletler Yayınevince Pekin’de yayımlamıştır. Eserin ikinci cildi Hao Guanzhong’un denetmenliğinde Xiao Zhongyi, Liu Jingjia’nın çevirmenliğinde ve Qi Qingshun ile Tahircan Muhemmet düzeltmenliğinde; üçüncü cildi ise Li Jingwei’nin denetmenliğinde, Xiao Zhongyi çevirmenliğinde ve Qi Qingshun ile Tahircan Muhemmet’in düzeltmenliğinde 2002 yılında aynı yayınevince basılmıştır. 

    Prof. Dr. Hüseyin Düzgün (Hüseyin Mohammedzadeh Sadigh)’in Farsçaya yaptığı çeviri Divanü Lugat-it Türk adıyla 2004 yılında Tahran’da çıkmıştır. Akhtar Neşriyat tarafından yayımlanan bu çeviri tek cilttir. Türkiye Türkçesine yapılan bir çeviri de Kabalcı yayınevi tarafından 2005 yılında yayımlanmıştır. 

    Divanü Lugati’t-Türk’ün Azerbaycan Türkçesiyle yayımı ise 2006 yılında gerçekleştirilmiştir. Ramiz Esker tarafından yapılan bu çeviri dört cilt olarak Bakü’de yayımlanmıştır. İlk üç cilt eserin çevirisi, dördüncü cilt ise dizindir. 


    Son Söz

    Bugüne kadar tam metni Türkiye Türkçesine, Özbek Türkçesine, Kazak Türkçesine, Yeni Uygur Türkçesine, İngilizceye, Çinceye, Farsçaya ve Azerbaycan Türkçesine çevrilen ve dokuz ayrı yayımı gerçekleştirilen Divanü Lugati’t-Türk, pek çok bilimsel araştırmaya ve çalışmaya konu olmuştur. 

    Doğrudan doğruya Divanü Lugati’t-Türk’ü konu alan veya Divanü Lugati’t-Türk’ten yararlanarak Türk dilinin tarihsel dönemlerini ve lehçelerini inceleyen binlerce makale yazılmış, bildiri sunulmuş, kitap yayımlanmıştır. 

    Türk dilinin hangi dönemini, hangi konusunu işlerse işlesin her yayında mutlaka Kâşgarlı Mahmud’un ve Divanü Lugati’t-Türk’ün adına rastlanır.

    İşte bu nedenle Kâşgarlı Mahmud Türklük biliminin kurucusu, Türk dünyasının ilk dil bilgini, ilk derlemecisi unvanını kazanmıştır. Eseri Divanü Lugati’t-Türk ise her okuyuşunuzda Türk diline, Türk edebiyatına, Türk kültürüne ait yeni bir şeyler bulacağınız büyük bir kültür hazinesidir.

    Türk soylu halkların ortak atasıdır Kâşgarlı Mahmud…
    Türk lehçelerinin kökleridir Divanü Lugati’t-Türk… 
    Bin yıl önce Kâşgarlı Mahmud’un doğumu, Türk dilinin anıtsal eserinin müjdecisiydi… 
    Kâşgarlı Mahmud’un adı, bizlere armağan bıraktığı Divanü Lugati’t-Türk’le bin yıl sonra yaşıyor… 
    Binlerce yıl da yaşayacak…

    Kaynak
    http://www.tdk.gov.tr/?option=com_dlt&view=dlt&kategori1=hikayesi
    Devamını oku...